. İNANÇ, VİCDAN, DİN ve HUKUK …
Din ve dine, inanca, vicdana dayalı tüm öğretiler
ve onların toplumdaki yeri, gücü ve yapılanması üzerine söylenilecekler o denli
çoktur ki hiçbir zaman bitmeyecektir.
İnsanlık tarihi içindeki en önemli gözüken ve
etkili de olan bir konudur…
İnsanlığın var oluşundan bu yana hep ola gelmiş,
ortaya çıkmış olan bu konu, bu olgu dünyanın her yerinde çok farklı biçimlerde
ve aşamalarda yayılarak kendisini göstermiştir.
Çağdaş bir dünya düzeninde uygarca yaşamak isteyen
toplumlarda bireyler kendilerini çok iyi yetiştirebilmeli ve diğer birçok
konuda olduğu gibi inanç-din konusunda da araştırmalar, incelemeler yapmalıdır.
Temel ve genel öğretim bir ülkenin, bir devletin
geleceğe yönelik en önemli ödevi, görevi ve çalışma alanı olduğu için tüm
toplumsal dalgalanmalar, siyasi yapılanmalar ve bunlara bağlı olarak da inanç
üzerindeki yapılanmalar ve onların türsel-biçimsel özellikleri
belirlenmektedir.
Toplumları, kitleleri inanç üzerinden
biçimlendirmek, yönlendirmek hiç de sıradan ve doğal akışında gelişen bir olgu
değildir.
Bazı ülkelerde, örneğin Hindistan’da ne çok inanç
ve ne denli çok inanç-din yapılanmaları ve modelleri vardır, diye bir
bakmalıyız.
Tümüyle bu tür olguyu toplumdan ve insanın kendi
yapısından çıkarıp yok etmek bugünkü dünyada asla düşünülemez; buna izin de
vermezler ve de insan bu olgulardan asla vazgeçmez
Her zaman ve her yerde bunlarla karşılaşılacaktır.
Hiçbir zaman dine ait konular ve olgular tek başına
ne anlaşılır , ne de incelenebilir.
Bu durum çağa; o zaman dilimine ve o ülkeye; o
toplumun ve halkın yapısına göre biçimlenir ve yönlendirilir.
“İnanç-iman-din” konusunun olduğu her alanda ve her
zaman toplum bilim, siyaset, finans, güç, iktidar, ticaret, örgütlenme,
psikoloji ve de en önemlisi HUKUK” ile birlikte düşünmek ve incelemek gerekir.
Her toplumda olduğu gibi var olan güç odakları her
zaman inanç konusunu örgütler, biçimlendirir ve yönlendirir.
Yalnızca o toplum, o ülke değil genelde de tüm
dünya üzerinden oluşturulan algı ve zihin etkileme operasyonları ile bu konu
üzerinde odaklanmalar, yayılma ve dağılımlar, siyasete ve ticarete ilişkin
müdahaleler geliştirilir.
İnsan ve tüm var olan her türlü genetik, biyolojik,
anatomik… özellikleri düşünüldüğünde onun ruhsal yapısı ve insan psikolojisi
“din-inanç” konusunda asla göz ardı edilmemelidir.
"Kişisel"
bir olgu olması nedeniyle, her birey "kendi inançlarını benimseme"
hakkına sahiptir.
Bireyler
resmi ya da gayri resmi hiçbir etki, tesir, tehdit ve tedhişe uğramadan
dilediği bir dinin "akidelerine serbestçe inanabilir" ve bunları
benimseyerek vicdanına mal edebilirler.
Hiçbir
yasa bireyleri "belirli bir inanca inanmaya" ya da belirli sınırlar
içinde düşünmeye zorlayamaz.
Toplum
içinde yaşamlarını, diğer insanların hak ve özgürlüklerine saygı göstererek
sürdürmeye çalışan bireyler "dini anlamda" da başkalarının kendi
dinlerine herhangi bir müdahalede bulunmasını kabul etmezler.
Özgürlük
"belli sınırlar içerisinde" yaşanması gereken bir kavramdır.
Dünyada
özgürlüklerin sınırsız yaşandığı hiçbir ülke yoktur, aksini iddia eden
ülkelerde bile "özgürlükler sınırsız değildir".
Birçok
uluslararası hukuk belgelerinde, "insan hakları" ile ilgili
beyannamelerde ve sözleşmelerde hak ve özgürlüklerin sınırları çizilmiştir.
Toplumun
yararına olabilecek birçok hukuksal sınırlandırma yapılabilir.
Bir
birey kendi hak ve özgürlüklerinden yararlanırken diğer bireylerin hak ve
özgürlüklerine zarar vermemelidir.
İnsanlığın
refahını ya da sağlığını "tehdit edecek" hiçbir unsur hak ve
özgürlükleri "sınırsız kullanmayı mazur görmez".
Din
ve vicdan özgürlüğünün sağlanması bakımından devletler, dini inançlarının
"farklılığına" ya da "inançsız olmalarına" bakılmaksızın
bireyleri eşit olarak korumakla yükümlüdürler.
İnsan psikolojisi ve “toplum sosyolojisi ve
psikolojisi” ile birlikte siyaset bilimin temel kuralları da
çıkar-kar-güç-iktidar sarmalında tümüyle birlikte ele alınmalıdır.
Öte yandan dünya tarihinde din savaşları, dine
dayandırılan akımlar, seferler… de birlikte düşünülmelidir.
"Din adına" yapılan katliamlar, soy
kırımlar, yağma ve talan… her an incelediğimizde karşımıza çıkabilecek
gerçeklerdir.
Aynı din içerisindeki çıkar çatışmaları, mezhep
savaşları da ayrıca yüzlerce yıl sürmüştür.
Hristiyanlık ve İslam hem kendi içerisinde, hem de
çevresinde çatışmalar, savaşlar dolu yıllarla yayılmıştır.
21. yüzyılda durum nedir, diye sormak istesek; yine
her yerde "din adına" yapılan çekişmeler, savaşlar, çatışmalar
görülecektir.
Öte yandan tüm bu çatışmaların ve yayılmaların
yalnızca o inanç grubundan ve onların kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını
düşünmek ise çok büyük bir iyi niyet olacaktır.
Her zaman ve tüm dünyada bu tür din adına yapılan
her türlü yayılmanın ve çatışmanın küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda ve
de onların planlamaları ve programlamaları ile olduğunu asla unutmamalıyız.
Din savaşları, çekişmeler, mezhep-tarikat kavgaları
bitmiş midir, diye sormak ise çok boş olur; çünkü bu konuları ve kullanıp,
kitleleri örgütleyen, devlete rağmen kendi içlerinde ayrı yapılanmalar
kurabilenler her zaman ticaret, ibadet ve siyaset alanında yayılıp, toplumda ve
devlet içerisinde kendi güçleri için yer bulmuşlardır.
Hukuk
ve din derinlemesine iç içe geçmiştir ve din, "bireylerin davranışlarını
etkilemede" yasalara kıyasla daha anlamlı bir role sahiptir.
Birçok
insan için din, bir inançlar dizisi olmaktan da ötedir ve kullanımlara da
açıktır.
Bireyler
üzerilerindeki inançlarını "eyleme" dönüştürerek yaşama geçirmek
isterler.
Ancak
bazı eylemler diğer insanlar tarafından kabul görmeyebilir, tepkiye neden
olabilir ya da yasalara ters düşebilir.
Bu
nedenle eylemlerin sınırlarının belirlenmesinde ve sağlıklı bir toplumsal
düzenin yaratılmasında çağdaş bir seküler hukuka gereksinim vardır ve ancak bu
sağlandığında sömürü ve haksızlıklar da önlenebilir.
Din
adı altında gerçekleştirilen aşırı eylemler "ulusal ve uluslararası hukuk"
nezdinde kabul edilemez; edilmemelidir.
Ne
dinsel hukukun ne de seküler hukukun "din kisvesi" altında yapılan
tüm eylemleri "tolere" etmesi olası değildir.
Uluslararası
hukukun görevi "sağlıklı ve çoğulcu" toplumları destekleyerek
farklılıkların "tolere" edilmesini ve bu anlamda "din ve
vicdan" özgürlüklerinin "anayasal çerçevede" korunmasını
sağlamaktır.
En geniş anlamı ile "çağcıl, parlamenter,
anayasal bir bağımsız ve özgür hukuk devletini" gerçekleştirebilen ve
uygulayabilen, bunun kurum ve ilkelerini çalıştırabilen ülkelerde ne bir din
sömürüsü, ne de din adına devlet içine sızmalar, yasalara aykırı örgütlenmeler
yapılamaz.
Her türlü denetim ve gözetimler, vergilendirmeler,
anayasal çerçevede olur ve kitlelerin kandırılmasına izin verilmez; verilmemelidir.
Toplumsal
yaşamın hemen her sahasında farklı şekillerde karşılaştığımız din ve vicdan
kavramları ulusal hukukun mutlak konuları olmalarının yanında
"uluslararası hukukun" da yadsınamaz unsurlarıdır.
Esasen
bu kavramlar "ulusal hukukun" üstesinden gelmekte yetersiz
kalabilmektedir.
Din
ve vicdan özgürlüğü 20. yüzyılın ikinci yarısında "insan hakları"
temelinde daha fazla önem kazanmıştır.
Soğuk
Savaş’ın sona ermesiyle "uluslararası hukuk" din ve vicdan
hürriyetinin korunmasını insan haklarının korunması bağlamında ele almaya
başlamıştır; bunu böyle görüp kendi çıkarları için kullanmak ve her türlü
istismarı da hedefleyebilen çevreler ortaya çıkmaktadır.
"Uluslararası
hukuk bağlamında" din ve vicdan özgürlüklerinin korunması önemlidir ve
bunun için de ülkenin anayasal düzende yasalara bu yönde uyum sağlamış olarak
yönetilmesi gerekir.
Ayrım
gözetmeksizin dünya üzerinde yaşayan her bir bireyin din ve vicdan özgürlüğünün
"uluslararası hukuk" bağlamında korunmasının sağlanması sorunsalı
devam etmektedir ve de "güçlü bir hukuk devleti" uygulaması olmayan
ülkelerde her zaman yine bir kargaşa ve sorun yumağı olarak devam etmektedir.
İnsan
haklarının gelişimine paralel olarak din ve vicdan özgürlüğü altında din
eğitimi ve öğretiminin "evrensel hukuk" açısından temellerinin gözlenmesi
ve sorgulanması da gerekir.
Din özgürlüğünden söz edebilmek için, bu özgürlüğün
"inananlar kadar inanmayanları" da kapsaması gerekmektedir, diye
düşünmeliyiz.
İktidarda bulunanlar anayasaya ve tüm yasalara
bağlı olarak "demokratik bir hukuk devletinin" uygulanması ile
görevlidirler ve de sorumludurlar.
Bu nedenle de hiçbir iktidar sahibinin her hangi
bir cemaat, tarikat ve inanç yapılanmasını özel olarak "kayırmasına",
desteklemesine ve de "hukuk devletinin sınırlarının dışına çıkan"
uygulamalarına göz yumması kabul edilemez; böyle bir durum zaten anayasaya ve
yasalarla da "çatışır" ve sorumluluk getirir.
Bu gerçekler ve olgulardan dolayıdır ki bir ülkede
yurttaşların iyi "öğretim görmesi", "çağdaş ve bilinçli
yurttaşlar olarak yetişebilmeleri" çok önem taşır.
Her türlü boş konuşmalar, her türlü boş ve anlamsız
zaman harcamalar, kandırılmaya ve kullanılmaya açık ortamlar yaratır.
Ortaya atılan sahte ve aldatıcı gündemlerden ve
onların tuzaklarından kaçınıp, okuyan, araştırıp, inceleyebilen, düşünebilen
yurttaşlar olabilmeliyiz.
. Öğretmen
Gönen ÇIBIKCI,
22.12.2023, MŞ
*******************************************************************************
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yapanın adı ve soyadı: