. Dünya İklim Günü Denilince:
Şunu tüm dünya
kabul etmiş durumda:
-“Çağımızın en
belirleyici sorunu iklim değişikliğidir.
Doğrudan
yaşamımıza yönelik bir tehditle karşı karşıyayız.
İklim değişikliği
bizden daha hızlı ilerliyor.
Gerekli önlemleri
hemen almazsak, geri dönüşü olmayan bir yola gireriz.
Bunun sonuçları da
hem doğa, hem de insanlık için yıkıcı olacaktır.”
Peki, tamam da iklim
değişikliğinin, küresel ısınmanın suçlusu ben miyim?
Dünyanın doğal
dengesinin ve iklim düzeninin son 100 yıldır gittikçe artan bir biçimde insan
eliyle bozuluyor olduğunu artık herkes biliyor.
Yaklaşık yüz elli
yıldır “ortalama hava sıcaklığı” sürekli artıyor (~1,5 derece).
Deniz düzeyleri
sürekli yükseliyor (~25 cm).
Çevre konusundaki
verilen mesajlar insanların “kişisel” davranışlarını değiştirmesini söylüyor.
Bu istem tam doğru
değil ve de tam bir kandırmacadır.
İklim
değişikliğine esas “küçük” ama çok, çok güçlü bir “kesim” neden oluyor.
Dünya üzerinde
CO2 salımının çok büyük bir bölümüne zenginler neden oluyor.
İklim değişikliği
ile ilgili sorunlardan bu söz konusu “küçücük bölüm” hem “yalıtılmış” durumda
hem de bunlara karşı son derece “kayıtsız”.
%1 ila %99
arasındaki fark %0,1 ile %1 arasındaki boşluktan çok daha küçük.
Örneğin Afrika,
dünyadaki 195 ülkenin dörtte birinden fazlası olan 54 ülkeye sahiptir.
Dünya insan
nüfusunun altıda birinden çoğu olan 1,3 milyar insanın ev sahibi.
Dünya insan
nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturmasına rağmen, dünyanın sera gazı salımının
yüzde dördünden daha azından sorumlu olan Afrika’dır.
İnsan yapımı küresel ısınmanın sonuçları Afrika’lıları adaletsiz bir yaşamda acı çekmekten kurtarmıyor.
İklim değişikliği
nedeniyle Afrika’nın başına gelecek en kötü şey kıtadaki yegâne buzullar olan,
Tanzanya’daki Kilimanjaro Dağı, Uganda’daki Rwenzori Dağları ve Kenya’daki
Kenya Sıradağlarının buzullarını kaybedeceği değil, daha da fazlası olacakmış:
-“Aşırı hava
olayları, yükselen deniz seviyeleri, iktisadî yıkım ve daha da çoğu” olacak.
Kapitalist bir
dünyada yaşadığımız için çekilen acılar, ıstırap orantısız bir şekilde
yoksullara düşmekte...
Bu noktada çeşitli
alanlardaki bilim insanları büyük ölçüde ayni görüşte.
İnsanlığın
tükenişini önlemek için bazı şeylerin değişmesi gerektiğini her yerde
söylüyorlar.
Siz ne derseniz
deyin, “Kapitalist” güçler, en düşük maliyetle üretimi hedefliyor.
Tüketimlerini
özendirmek için ise israf ve yıkıma doğru bir eğilim gösteriyor.
En “düşük
maliyetle” en “yüksek verim” elde etmek için ise “enerji” gerekir.
Eğer kısıtlamalar
ve engeller getirilmez ise çoğu zaman doğayı kirleten ve iklim değişikliğini
olumsuz etkileyen kömür gibi ‘kirli’
enerji türlerini kullanırlar.
Sorun aslında “yapısal
ve sistematiktir”.
İklim
bozukluklarının arkasında “suçlu” diye tanımlanabilecek hiçbir birey ya da
birey grubu yoktur.
Neoliberal
sistemde var olan “teşvik” sisteminde herkes kendi çıkarına göre davranıyor.
Zaman içerisinde “birikimsel”
olarak iklim değişikliğini olumsuz “şiddetlendiren” toplumsal davranışlar
ortaya çıkıyor.
Bir işletme
çevresel olumsuzlukları azaltmak için daha pahalı bir enerji türü kullanmaya
kalksa üretim maliyetleri yükselecek, satışları düşecek.
Bu nedenle bu yola
girmeden, çevreyi “koruyucu önlemleri” ve “yatırımları” yapmadan üretimine
devam etmek istiyor.
Bir anlamda bir kısır
döngü gözlemlenir.
Örneğin:
-Sıcak havalarda
klimayı satın alabilen ve onu istediği gibi kullanabilen insan gezegenin
iklimine olumsuz etkide bulunuyor.
Hepimiz hem
suçluyuz, hem de değiliz.
Çoğu insanın
günlük yaşamda küçük değişiklikler yaparak iklimi düzeltmesinin olasılığı ise
kesinlikle yok.
Belki insan kendi
yaşam tarzında daha olumlu değişikliklere gidilebilirse vicdanını
rahatlatabilir; ama bunun genelde “toplama etkisi” çok, çok az olacaktır.
Kapitalizmin,
endüstrinin getirdiği olumsuz etkiler ise başlıca kategorileri oluşturur.
İnsanın gücünü
arttırmak için su ve hayvan gücünü kullanan on sekizinci yüzyıl tarımı çok az
“sera gazı” yayıyordu.
İnsanlık zamanla
fosil yakıt yakan teknolojileri bulup, geliştirip ona bağımlı olduğunda
yeryüzünden taşküreden atmosfere doğru daha önce görülmemiş karbon transferi
gerçekleşmeye başlamış.
Kömür, petrol ve
gaz gibi hidrokarbon enerji depolanmalarının oluşması “iki yüz milyon” yıl
sürdü.
Ama son dönem
uygarlığını besleyen ve küresel GSYH (gayri safi yurt içi hasıla) büyümesini
besleyen madencilik ve petrol pompalama oranlarını birkaç yüz yıl içinde
tüketmiş olacağız.
Şu an insanlık
fosil yakıtlarını doğanın onları ürettiğinden milyon kat daha hızlı bir biçimde
kullanıyor.
Küresel ısınma,
endüstrileşmiş devletlerin kapitalist bir sistemde insanlığı felakete doğru
nasıl getirdiğini göstermektedir.
En gelişmiş
ülkeler işte bu yüzden oraya ilk ulaşanlar oluyor.
Dünyadaki toplam “sera
gazı salımı”nın çoğu, dünyanın “zengin ülkeleri”nden, temel olarak da OECD üyelerinden
geliyor.
En fazla ekonomik
etkinlik sahibi ülkeler iklim değişikliğinden “en çok sorumlu” olan ülkeler
oluyor.
Sorun ekonomik
etkinliklerin ürettiği “sera gaz”larından kaynaklanıyor.
Bu da Japonya’yı,
Fransa’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Almanya ve Birleşik Krallık gibi
sanayileşmiş Avrupa ülkelerini içeriyor.
Son dönemde
ekonomik patlama yaşayan Çin, dünyanın en çok yıllık salım yapan ülkesi oldu.
Çünkü iklimi, salımın ne zaman gerçekleştiğini pek umursamıyor.
Ülkelere göre kişi
başına “karbon ayak izleri”ne bakıldığında ülkedeki ortalama bir bireyin ne
kadar “karbon” saldığını tespit edebiliyorlar.
Bu durumda “varlıklı
devletler” düzenli olarak listenin “üst” sıralarında yer alıyor.
Örneğin 2011’de
kişi başına salım açısından en üst sırada Lüksemburg, Birleşik Krallık,
Amerika, Belçika ve Çek Cumhuriyeti imiş.
Ortalama bir
Amerikalı’nın 1,3 Koreli, 7 Brezilyalı, 9 Pakistanlı, 35 Nijeryalı ve 52
Ugandalı ile oranda “karbon ayak izi”ne sahip olduğunu söyleyen bilim insanları
var.
Zenginliği
yansıtan ayni zamanda “tüketimi” yansıtıyor.
Hindistan’daki bir
zengin insan, ortalama bir Amerikalı’ya benzer bir karbon ayak izine sahip
olabiliyor.
Aslında sorunun
temeli zengin insanlar...
Buna rağmen
insanın kendini suçlu hissetmesi gerekmiyor.
Çünkü milyarderler
sınıfının en küçük bir parçacığı dışında toplumsal-ekonomik düzende tek başına
büyük değişiklikler yapma gücüne çok az kişi sahiptir.
1992’de “Birleşmiş
Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ni imzalayıp iklim değişikliğini
azaltmayı benimsemiş ve bunu yapmak zorunda olduklarını kabul etmiş olsalar
bile henüz istenilen sonuca yaklaşılamadı.
Bunun nedeni ise yüksek
kâr elde etmekten vaz geçemeyen endüstrilerin lobileri...
Gezegenin gidişini
“fosil yakıt”lara “bağımlı” endüstri neden oluyor.
Petrol, kömür ve
doğalgaz şirketleri de dahil olmak üzere fosil yakıt endüstrisinin gezegenin
geleceğini “baltaladığını” söylüyorlar.
“Karbon salımını
azaltma antlaşmaları”na imza atıyor ve bu konuda kararlılıklarını ilan
ediyorlar, ama öte yandan lobicilik ve halkla ilişkiler kampanyaları yoluyla azaltma
çabalarına sürekli olarak karşı çıkıyorlar.
Bu tür kampanyada,
ABD Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği’nden Amerikan Petrol Enstitüsü
ve Ulusal Kömür Birliği... gibi endüstri gruplarına kadar bir dizi önemli
kuruluş sayılabilir.
Karbon salımını
azaltmanın kendilerine getireceği kısıtlamalardan çekinen gruplar “halk,
politika üreticileri ve anaakım medya arasında” inkâr ve şüpheciliği teşvik
etmeye yönelik eylemlerde bulunabilmektedir.
Tutucu gruplar,
gezegenin ısındığını kanıtlayan “tartışılmaz bilime” karşı şüphe yaymanın yanı
sıra, insanlara “bireysel” davranışların daha “önemli” olduğuna “ikna” etmeye
çalışıyor.
Endüstrilerinin
olumsuz sonuçlarını halkın bilmesini “engellemeye” çalışmaktalar.
İklim
değişikliğine neden olan sistematik sorunları gizleyip kendi çıkar-kar-kazanç
düzenlerine devam etmek istiyorlar.
Tüm bunları
izlemek, araştırmak ve saptamak kendi başına büyük çabalar ve uğraşılar
gerektiriyor.
Konu ve etki
alanları o denli geniş ki birçok bilim insanı devamlı inceliyor ve görüşlerini
yansıtıyor.
Ayrıca dünya
basınının eleştirel bakan temsilcileri de bu konuda haberler yapıyorlar.
Sorunun kapitalizm
olduğunu kabul etmek ve siyasi çözümlerin bulunmasının gereğini anlamak
kaçınılmaz olmaktadır.
Bireylerin
vicdanlarına “yüklenmek değil”dir esas çözüm.
Yükümlülükler
sistematik olarak artırmak ve olumlu değişiklikleri sağlatmaktır.
Zor gibi gözükse
de asıl yapılması gereken politik bir kararlılık almak ve bu bozulmaya izin
veren güçlere ve yapılara karşı durabilmektir.
1960’larda ve
1970’lerde insanlık doğayı korumak ve çevre için adımlar atmaya başladı ise de
sermaye çıkar grupları ve iktisadî korkuları ne yazık ki gezegeni koruma
duyarlılıkları olanlara karşı üstün gelmektedir.
İnsanların,
insanlığın geleceğini, doğayı tehdit eden güçlerin farkına varmaları
gerekmektedir.
Seçkinler
kitleleri manipüle etmekten sorumlu olsa bile, politik tercihleriyle
milyonlarca sıradan insanın suç ortağı “olmadığı” anlamına gelmez.
Ülkenin ve
dünyanın ana sorunlarının ayırtında olup kimlere, neden, hangi gerekçeler ile
oy verdiğini yurttaşların çok iyi bilmesi gerekir.
Çok boyutlu ve
üzerinde çok tartışılan bu konu gezegenizimi ve insanlığı en yakından ve
temelden ilgilendirmektedir.
Bizler, sıradan
yurttaşlar çok fazla bilimsel bilgilere sahip olamayız ama şunu çok iyi
kavramış olmalıyız.
Bize bireysel
olarak bazı önlemler alabileceğimiz ve böylelikle de küresel ısınmayı
engelleyeceğimiz söylendiğinde bunun bir “aldatmaca” olduğunu hemen
anlamalıyız.
15 mayıs “Dünya İklim
Günü” nedeni ile söylenilen sözler, verilen öğütler sıradan yurttaşlara değil
“endüstrinin hızla ilerlediği iş dallarına” ve onların arkasındaki “egemen
güçlere” yönelik olmalıdır.
Sağlıklı bir
gezegende ve sağlıklı bir ülkede yaşayabilmek için sağlıklı düşünebilmek ve “sağ
duyulu” kararlar verebilmek gerekir.
Boş laflara,
kandırmacalara, şirinliklere, partizanlıklara değil “sağlıklı politik
çözümlere” yönelenlere taraf olmak ve onları desteklemek bize düşendir.
Üzerimize
oynanılan algı-zihin yönetimlerine, programlarına karşı uyanık olarak “özgür
irade”sini koruyabilen “bilinçli yurttaş”lar hem kendi toplumlarının, hem de
gezegenin kurtulmasına katkılarda bulunacaktır.
Doğruyu bulmak ve
doğru yoldan ayrılmamak dileklerimle...
.
Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 15.05.2022