- BİRİNCİ GÖREV .
·
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100.
Yılına gelindiğinde artık çok “çağdaş, uygar bir refah toplumu” olacağını
düşlemiştik.
·
Ne oldu ise son 40-50 yıldır ve özellikle de
son dönemde bir sarsıntı, bir çöküş ve bir bunalıma doğru kayış gözlenmektedir.
·
Evet, temeldeki ana sorun demokratik,
parlamenter bir hukuk devleti olmak isteğinden ve uygulamalarından vaz
geçilmesinden kaynaklanmaktadır.
·
Türkiye
çok uzun bir zamandır öz kaynaklarını kullanmada, değerlendirmede ve
üretkenlikte çok sıkıntılı bir dönemin içerisindedir.
·
Kendi içinde bulunması gereken aydın, münevver, entelektüel
düzeyi açısından çok sancılı bir dönemde bulunuyor.
·
Zeka
düzeyi yüksek, yetenekleri üstün olan insanlarının önünü erken yaşlarda açıp
gelişimlerini sağlayıp, ülkesi ve dolayısıyla da insanlık için çok üretken
kişiler olmalarına olanak sağlamalıdır.
·
“Ulus devlet”in geliştirilmesi ve demokratik parlamenter yapıya
hızla dönülmesi gerçekleştirilmesi sağlandığında düşünce ve bilim dalında özgür
çalışmalar yapabilecek insanlar da çoğalacaktır.
·
Bu
tür bir gelişim kazanılabildiğinde bir beyin göçü ülkesi olmaktan kurtulup,
kalkınan, çağdaş yüksek teknolojiye sahip bir devlet, ülke olabilecektir.
·
Tüm bunlar için de
“özelliği bulunan” kişilerin özgür ve çağdaş koşullar içinde kendilerini
geliştirme olanakları sağlanmalıdır.
·
Sayısal
çoğunluktan değil niteliklilikten söz edilir olmayı hedeflemeliyiz.
·
Temel örgün eğitimin çağdaş ve ulusal niteliklerle donatılması
çok gerekli ve ivedilikli olmalıdır.
·
Asıl
olan “evrensel” anlamda dünya ülkeleri arasında hak edilmesi gereken bir yere
ve düzeye erişebilmektir.
·
Bunun nasıl ve hangi ilkeler çerçevesinde olabileceğinin de yol
göstericisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve onun düşünceleri, başardıkları ve
ilkeleri olacaktır.
·
Türkiye
artık kendi gerçek yolunu ve kimliğini yeniden bulmalıdır.
·
Bu görev ve sorumluluk ayni zamanda hem ülkemiz halkına olduğu
kadar, diğer mazlum halklar için de, Türk kökenli devletler için de üzerimize
düşendir.
·
Bu
bilinç ve bakış açısını her bir yurttaşımıza ulaştırıp onlara bunları
yerleştirebildiğimizde bize gereken “doğru yol”a gireceğiz.
·
Atatürk TÜRK MİLLETİNİ şöyle tanımlamış:
·
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti
denir.”
·
Atatürk’ün bu tanımı, Türk milleti kimliğini, etnik
kimliklerin ötesinde, tüm Türk yurttaşlarını kucaklayan ve BÜTÜNLEŞTİREN
nitelikte bir kimlik olarak tanımlar.
·
“Çağdaş milliyetçilik” anlayışı, Atatürk’ün diğer açıklamalarında
da ortaya koyduğu gibi, “ırkçı ve ayrımcı olmayıp”, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Türk milletini oluşturan bireylerin kökenleri ne olursa
olsun, devlet yönünden tartışmasız “eşitliğini”, “birlikte yaşama arzusunu”,
Türkiye’nin “üniter yapısına” ve “toprak bütünlüğüne” sahip çıkma bilincini
içeren çağdaş bir olgudur.
·
Anayasanın 66. maddesindeki “Türk Devleti’ne vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes
Türktür” ifadesindeki “Türk” sıfatları, etnik bir
vasıflandırmayı öngörmez ve temsili “üst milli” kimliği tanımlar.
·
Siyasi anlamdaki üst kimlik, farklı etnik gruplara ait kişilerin
“yurttaşlık bilinciyle benimsedikleri, bütünleştirici ve kucaklayıcı” milli
kimliktir.
·
Anayasadaki Türklük/Türk milleti kavramlarının etnik açıdan
bölücü, dışlayıcı ve antidemokratik bir niteliği yoktur.
·
Bu sıfatlar, Türk yurttaşlarının üst kimliği olup, yurttaşların
her birinin kendi etnik kimliklerini de benimsemelerini ve onu özgürce
yaşamalarını engelleyen bir yönü yoktur.
·
Bu söz Atatürk’ündür:
·
“Memleket mütesait [gelişen, yükselen] bir birliğe
muhtaçtır. Alelade politikacılıkla milleti parçalamak hıyanettir.”
·
Atatürk Cumhuriyet Halk Partisi’nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri
arasında Ankara’da toplanan İkinci Kurultayı’nda 36.5 saat süren ve altı günde
okunan uzun konuşması tarihi bir hitabeye dayandığı için NUTUK adını almıştır.
·
Atatürk nutukun ikinci cildinin sonunu, “Türk Gençliğine
Bıraktığım Emanet” metni ile bitirmiştir.
·
Atatürk’ün öncelikle seslendiği hedef kitle, “Türk Gençliği”dir.
·
Bunun için söze “Ey Türk Gençliği!” diye başlamaktadır.
·
Yüklediği görev;
·
“Birinci vazifen, Türk İstiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet
muhafaza ve müdafaa etmektir” şeklindedir.
·
Bu iki kavrama verdiği önem şudur:
·
“Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegane temeli budur.” “Bu temel,
senin en kıymetli hazinendir” biçiminde yapmıştır.
·
Türk Gençliğini, “İstikbâlde dahî seni bu hazineden mahrum etmek
isteyecek dâhîli ve haricî bedhahların olacaktır” diye de uyarmıştır.
·
Tehlikelere karşı ikinci kez uyarmaktadır:
·
“Bir gün İstikbâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen
vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini
düşünmeyeceksin.”
·
Birinci görevin ne olması gerektiğini ise;
·
“İşte bu ahvâl ve şerait içinde dahi, vazifen;” TÜRK İSTİKLÂL VE
CUMHURİYETİNİ KURTARMAKTIR!“ diye belirtmiştir.
·
Atatürk “Türk İstiklâlini” ve “Türk Cumhuriyeti’ni” en temel
hazine olarak kabul etmiş ve değerlendirmiştir.
·
Türk bağımsızlığının ve cumhuriyetinin korunmasını özellikle
gençlikten istemiştir.
·
Gereksinim duyacağı gücün ne olduğunu metnin sonunda “asil kan”
yani “Türklük” olarak söylemiştir.
·
Atatürk’ün burada asil kan sözü ile Türklüğü, Türklük ile de “biyolojik
olarak ırkçılığı değil”, kültürel ve duygusal bir ulusalcılığı kastettiğini anlamamız
doğru olacaktır.
·
“Ne mutlu Türküm diyene!” sözünde açık açık belirtilmiştir;
“Türk olana” dememiştir.
·
Zaten yaşamının hiçbir döneminde ırkçılığı “benimsemediği” ve “desteklemediğini”
biliyoruz.
·
Doğru ve güçlü bir öngörüşle 1927 yılında gençliği uyarmıştır, kendi
yaptığı işleri övmemiş, kendi adını bile anmamıştır.
·
Atatürk’ün görüşleri ve önerileri, yol
göstericiliği yönünde davranmak gerektiğini kavramalıyız ki ortadaki sorunlara
doğru çözüm yolları bulabilmek için düşünelim ve davranabilelim.
·
Gerek kurumsal anlamda gerekse de tek, tek bireyler olarak şunu
çok iyi kavramalıyız:
·
Boş
ve içeriksiz konuşmalarla, sahte ve yanlış gündemlerle, gereksiz kişilerle
uğraşacak ne bir gücümüz ne de bir zamanımız yoktur.
·
Çünkü birinci
görevimiz, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuza dek korumak ve
savunmak olmalıdır.
·
Varlığımızın
ve geleceğimizin biricik temeli budur.
·
Bu temel, bizim en
değerli hazinemizdir.
·
Bugün bizi, bu
hazineden yoksun bırakmak isteyecek, iç ve dış düşmanlar ve onların iş
birlikçileri, yandaşları olabilecektir.
·
Tüm bunları görerek,
bilerek şunları söyleyeceğiz:
·
Büyük
Taarruz'un başladığı 26 AĞUSTOS 1922 gününün 101. yıl dönümünde birinci görevimizin
ne olduğunun bilincinde olarak düşünüp, davranacağız ki ülkemizin geleceği
çağdaş ve uygar olabilsin.
. Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 26.08.2023, G.