30 Eylül 2025 Salı

BİR SINAVIN

 .   BİR SINAVIN VARDIR, KENDİNCE…
Herkesin kendince bir sınavı vardır.
Bu yaygın ve derin anlamlı ifade olan "Herkesin kendince bir sınavı vardır," temelde şunu anlatır:
A)Anlamı ve İçeriği
Bu ifade, hayattaki zorlukların, mücadelelerin ve kişisel engellerin evrensel ancak son derece kişisel olduğu gerçeğine vurgu yapar.
1-Evrensellik: Her insan, hayatı boyunca üstesinden gelmesi gereken sorunlarla, kayıplarla, hastalıklarla, maddi zorluklarla, duygusal çalkantılarla veya etik ikilemlerle karşılaşır.
Bu, insan olmanın kaçınılmaz bir parçasıdır.
2-Kişisellik: Herkesin "sınavı" farklıdır.
Birinin mücadelesi kariyer başarısızlığı olabilirken, diğerininki kronik bir sağlık sorunu, aile içi bir anlaşmazlık, özgüven eksikliği veya bir bağımlılıkla mücadele olabilir.
Sınavın niteliği, süresi ve ağırlığı kişiden kişiye değişir.
3-Gelişim ve Olgunlaşma: "Sınav," aynı zamanda bu zorlukların kişiyi test ettiği, geliştirdiği ve olgunlaştırdığı fikrini de içerir.
Bu engeller, kişinin sabrını, gücünü, merhametini veya karakterini ortaya çıkarır.
YAŞAM, bu sınavlar aracılığıyla bir “öğrenme ve büyüme” sürecidir.
B)Ne Zaman Kullanılır?
Bu söz, hepimizin görünür veya görünmez mücadeleler verdiğimizi kabul eden, alçakgönüllülüğü ve anlayışı teşvik eden felsefik bir ifadedir.
Bu ifade genellikle:
1-Empati Kurmak İçin: Başka birinin yaşadığı zorluğa saygı göstermek ve onun acısını küçümsememek için ("Senin sorunun bana küçük gelse de, biliyorum ki herkesin kendince bir sınavı vardır").
2-Moral Vermek İçin: Birine yaşadığı zorluğun geçici veya bir amaca hizmet eden bir deneyim olduğunu hatırlatmak için.
3-Hüküm Vermekten Kaçınmak İçin: Bir kişinin davranışını veya durumunu yargılamadan önce, perde arkasında ne tür kişisel mücadeleler olduğunu düşünmek gerektiğini belirtmek için kullanılır.
C)Belki de sevgiyi, aşkı da “nasıl anladığı” ile sınanır...
"Herkesin kendince bir sınavı vardır" ifadesini daha da derinleştirerek, o sınavın odak noktasını “sevgi ve ilişkilere” kaydırmak çok güçlü bir yorumdur.
Bu açıdan bakıldığında, hayatın en büyük sınavlarından biri gerçekten de ilişkiler aracılığıyla karakterimizi, sabrımızı ve kalbimizin derinliğini ortaya koymaktır.
Sınavın sonucu, kaç kişiyi sevdiğimiz değil, “nasıl sevdiğimiz”dir.
Eğer bir kişinin sınavı sevgiyi, aşkı nasıl anladığı ise, bu şu anlamlara gelebilir:
Ç)Sevgiyi Anlama Sınavı
1. Verici Olma ve Fedakârlık Sınavı
Bu sınav, kişinin gerçekten koşulsuz sevip sevemeyeceğini test eder.
a-Sınavın sorusu: Karşılık beklemeden, çıkar gözetmeden, sadece verme eyleminin kendisinden tatmin olarak sevgi gösterebiliyor musunuz?
Yoksa sevginiz hep bir denklik, bir alma-verme dengesine mi bağlı?
b-Mücadele: Egomuzu, beklentilerimizi ve kişisel ihtiyaçlarımızı, sevdiğimiz kişinin iyiliği için ne kadar bir kenara bırakabildiğimizdir.
2. Bağlanma ve Özgürlük Sınavı
Bu, birini severken kendi benliğinden vazgeçip geçmediğini veya sevdiğini bir nesne gibi sahiplenip sahiplenmediğini gösterir.
a-Sınavın sorusu: Sevdiğiniz kişiye hem bağlı kalıp hem de ona özgürlük verebiliyor musunuz?
Yoksa sevginiz kıskançlık, bağımlılık veya kontrol etme isteğine mi dönüşüyor?
b-Mücadele: Kendine yetebilmeyi öğrenerek, sevgiyi ihtiyaçtan değil, “bolluktan” vermektir.
3. Kabul Etme ve Hoşgörü Sınavı
İnsan, kusurları olan, değişen ve hata yapan bir varlıktır.
a-Sınavın sorusu: Sevdiğiniz kişiyi olduğu gibi kabul edebiliyor musunuz?
Yoksa onu sürekli zihninizdeki “idealize ettiğiniz” kişiye dönüştürmeye mi çalışıyorsunuz?
b-Mücadele: Sevginin, mükemmellik arayışı değil, “kusurlarla birlikte” gelen “bütünlüğü” kucaklamak olduğunu kavramaktır.
D)Belki de “kendisine” verdiği “gerçek değerin” ölçüsü ile sınanır...
Bu çok güçlü ve içe dönük bir bakış açısıdır.
"Herkesin kendince bir sınavı vardır" sözünü, öz-değer (kendine verilen değer) kavramı üzerinden yorumladığımızda, sınavın dış dünyada değil, bizzat kişinin “kendi iç dünyasında” yaşandığını görürüz.
Eğer bir kişinin sınavı “kendisine” verdiği gerçek değerin ölçüsü ise, bu şu anlama gelir:
-Kendine Verilen Değer Sınavı
Bu bakış açısına göre hayatın en büyük sınavı, diğer herkesi ikna etmeden önce, en başta kendimizi değerli olduğumuza ikna etme yolculuğudur.
1. Sınavın Alanı: “Kabul ve Onay Arayışı”
Bu sınav, kişinin dışarıdan onay almadan kendi varlığını değerli görüp görmediğini test eder.
a-Sınavın sorusu: Başarısız olduğunda, bir hata yaptığında, reddedildiğinde veya eleştirildiğinde dahi kendinize ne kadar değerli davranıyorsunuz?
Yoksa değerinizi sadece kazandığınız paraya, makama, görünüme veya başkalarının size gösterdiği ilgiye mi bağlıyorsunuz?
b-Mücadele: Kendini koşulsuz kabul etme becerisini geliştirmektir.
Değerini başkalarının bakış açısıyla değil, kendi içinden tanımlamaktır.
2. Sınavın Mekanizması: Sınır Koyma Becerisi
Kendine gerçek değer veren bir kişi, sınırlarını net çizebilir ve hayır diyebilir.
a-Sınavın sorusu: Kendinizi ve zamanınızı başkalarının taleplerine karşı koruyabiliyor musunuz?
Yoksa sevilmek veya iyi görünmek adına sürekli “kendinizden ödün” veriyor musunuz?
b-Mücadele: Kendine saygı göstermeyi, sınırları korumanın bencillik değil, zorunlu bir “öz-şefkat” eylemi olduğunu anlamaktır.
3. Sınavın Çözümü: Öz Şefkat
Bu sınavı geçenler, kendi hatalarına veya eksiklerine karşı şefkatli olmayı öğrenenlerdir.
a-Sınavın sorusu: Başkalarına gösterdiğiniz anlayışı ve sabrı, kendinize de gösterebiliyor musunuz?
Yoksa içinizdeki “eleştirel ses”, size sürekli “acımasızca” yükleniyor mu?
b-Mücadele: Kendine karşı “nazik” olmayı, hataların birer “öğrenme fırsatı” olduğunu kabul etmeyi ve kendine yatırım yapmayı (bedensel, zihinsel, ruhsal) öğrenmektir.
c-“Mutlu” olmayı bilebilmektir.
.    Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.30, İS.

.    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)

 

 

29 Eylül 2025 Pazartesi

TÜRKÇE ÖZELLİKLİ DİLDİR

.   TÜRKÇE YÜKSEK ÖZELLİKLİ BİR DİLDİR.
Anadilimiz olan Türkçe'nin dünyanın özellikleri yüksek bir dil olduğunu çok iyi biliyoruz.
Türkçe'nin dünyanın önde gelen dillerinden biri olduğu gerçeği, dilimizin zengin yapısı ve tarihi derinliği göz önüne alındığında şaşırtıcı değil.
A)Türkçe'nin yüksek özellikli bir dil olmasının altında yatan başlıca etkenlerden bazıları şunlardır:
a-Tarihi Derinlik ve Geniş Coğrafya: En az 1300 yıllık yazılı bir geçmişe sahip olması ve bir zamanlar üç kıtada konuşulan büyük imparatorlukların resmi dili olması, dilin gelişimini ve söz varlığını zenginleştirmiştir.
b-Sondandan Eklemeli (Aglutinatif) Yapı: Sözcük köklerine eklenen yapım ve çekim ekleriyle yeni sözcükler türetme ve karmaşık anlamları tek bir sözcükde ifade etme gücü, Türkçe'yi inanılmaz derecede esnek ve üretken kılar.
Örneğin, "gel" kökünden "gelemediklerimizdenmişsiniz" gibi uzun ve anlam dolu bir sözcük türetilebilir.
c-Ses Uyumu (Vokal ve Konsonant Harmonisi): Büyük ve küçük ünlü uyumu gibi ses kuralları, dilin telaffuzunu kulağa hoş gelen, akıcı ve ritmik bir hale getirir.
Bu, Türkçe'ye benzersiz bir müzikalite ve ahenk katar.
ç-Mantıksal ve Düzenli Gramer: Türkçe'nin gramer yapısı oldukça düzenli ve istisnaları azdır.
Bu durum, öğrenilmesini ve bilgisayar bilimleri gibi alanlarda işlenmesini nispeten kolaylaştırır.
d-Zengin Söz Varlığı: Farklı kültürlerle olan etkileşimleri sayesinde, Türkçe hem kökeni öz Türkçeye dayanan hem de Arapça, Farsça, Fransızca gibi dillerden alınmış geniş bir sözcük dağarcığına sahiptir.
B)Dilimizi başka dillerin etkisinden kurtarmalıyız.
Bu, Türkiye'de hem dil bilimciler hem de kamuoyu arasında sıkça tartışılan, son derece önemli ve hassas bir konudur.
Dilin saflığını koruma ve yabancı etkilerden arındırma (özleştirme) çabaları, özellikle Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren devlet politikalarıyla desteklenmiştir.
Dilimizi koruma çabası, kültürel kimliğimizi ayakta tutmak için hayati öneme sahiptir.
Bu, sadece yabancı kelimeleri yasaklamakla değil, ana dil eğitiminin güçlendirilmesi, güzel ve doğru Türkçe kullanımının özendirilmesi ve yeni kavramlara akıcı Türkçe karşılıkların üretilip yaygınlaştırılmasıyla olası olabilir.
Bu konuda en büyük sorumluluk, dilin doğru ve bilinçli kullanımına özen gösteren herkese aittir.
Bu konudaki duyarlılığımız aslında dilin kimliğinin ve kültürel bağımsızlığın korunması arayışını yansıtır.
İşte bu çabalar ve konunun karmaşıklığı hakkında bazı temel noktalar:
1. Tarihsel Arındırma Çabaları (Özleştirme)
Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden kurtarma hareketi, özellikle Türk Dil Kurumu'nun (TDK) 1932'de kurulmasıyla hız kazanmıştır. Bu hareketin temel amaçları şunlardı:
a-Sadeleştirme: Osmanlıcadan (Arapça ve Farsça ağırlıklı) ve son dönemde Batı dillerinden (özellikle Fransızca) gelen kelimelerin yerine, kökeni Türkçe olan veya yeni türetilen karşılıklar bulmak.
b-Terminoloji Geliştirme: Bilim, sanat ve teknik alanlardaki kavramlara Türkçe karşılıklar üretmek (örneğin, matematikte "müselles" yerine "üçgen", "zatürre" yerine "akciğer iltihabı" gibi).
TDK, günümüzde de bu misyonunu sürdürerek, özellikle teknoloji ve güncel yaşamda hızla dilimize giren yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulma ve önerme çalışmalarına devam etmektedir.
2. Yabancı Sözcük Etkisinin Kaynağı
Günümüzde Türkçe'ye en büyük “yabancı sözcük akışı” genellikle İngilizce üzerinden gelmektedir.
Bunun ana nedenleri şunlardır:
a-Teknoloji ve İnternet: Bilişim, yazılım ve internet terminolojisinin uluslararası standartlarda İngilizce olması.
b-Popüler Kültür ve Medya: Sinema, müzik, moda ve spor gibi alanlarda küresel İngilizce terimlerin yaygınlığı.
c-Akademik ve Ticari Dil: Uluslararası ticaret ve akademik yayınlarda İngilizcenin baskın dil olması.
3. Dilin Doğası ve Zorluklar
Bu arındırma çabaları ne kadar takdire şayan olsa da, dil bilimsel açıdan tamamen arınmış bir dil yaratmak “zor” bir süreçtir:
a-Dil Canlı Bir Organizmadır: Diller, kültürel etkileşimler ve zamanla doğal olarak değişime uğrar ve yeni sözcükler alır. Tarih boyunca her dil, komşu dillerden sözcük alıp vermiştir.
b-İletişim Hızı: Gündelik konuşma ve özellikle gençlerin kullandığı dildeki sözcük alışverişini durdurmak pratik olarak pek kolay olmayabilir.
c-Karşılık Bulma Sorunu: Yeni bir kavram için önerilen Türkçe karşılığın, yabancı sözcük kadar hızlı benimsenmesi ve yaygınlaşması her zaman gerçekleşmeyebilir.
Eğer önerilen sözcük günlük dilde akıcı değilse, kullanıcılar kolay olan yabancı sözcüğü benimseyebilir..
C)Çok okumak ve de yazmak dilimizin düzeyini artırır.
Çok okumak ve de yazmak, bir dilin düzeyini artırmanın ve kişisel dil becerilerini geliştirmenin en temel, en güçlü iki yoludur.
Bu iki eylem, dilin zenginliğini ve inceliklerini öğrenme konusunda birbirini destekleyen bir döngü oluşturur:
Okumak, dile dair bilgiyi ve güzelliği almak (input); yazmak ise bu bilgiyi kullanarak üretmek (output) demektir.
İkisi bir araya geldiğinde dil, en üst düzeyine ulaşır.
1. Okumanın Dili Nasıl Güçlendirdiği Görebiliriz:
Okuma, dilin adeta laboratuvarıdır.
Sürekli okumak bize şu yararları sağlar:
a-Söz Varlığını Zenginleştirir: Yeni ve nadir kelimeleri, deyimleri ve atasözlerini bağlam içinde öğrenirsiniz. Bu, kelime dağarcığınızı pasif öğrenme yoluyla zahmetsizce büyütür.
b-Doğru Yapıyı Öğretir: Usta yazarların cümle kuruluşlarını, paragraf akışlarını ve dilin mantıksal yapısını farkında olmadan içselleştirirsiniz. Bu, kendi yazı ve konuşma dilinizin gramer ve sentaks (söz dizimi) açısından düzelmesini sağlar.
c-Farklı Üsluplar Kazandırır: Edebiyat, makale, köşe yazısı gibi farklı türleri okuyarak, resmi dilden mizahi dile kadar geniş bir üslup yelpazesine hâkim oluruz.
2. Yazmanın Dili Nasıl Yükselttiği Görebiliriz:
Yazmak okumayla edindiğiniz bilgileri etken olarak kullanma ve pekiştirme pratiğidir.
a-Düşünceyi Netleştirir: Yazma eylemi, düşüncelerinizi en uygun sözcüklerle, mantıksal bir sıra içinde kağıda dökmeyi gerektirir.
Bu süreç, yalnızca dilimizi değil, aynı zamanda düşünme disiplinimizi de geliştirir.
b-Akıcılığı Artırır: Ne kadar çok yazarsanız, sözcükleri ve tümce yapılarını o kadar hızlı ve doğru bir şekilde bir araya getirirsiniz.
Bu, konuşma dilimize de yansır ve ifade yeteneğimizin akıcılığını artırır.
c-Kural Bilgisini Pekiştirir: Noktalama, imla ve gramer kurallarını teoriden pratiğe dökerken hatalarımızı fark eder ve bu kuralları kalıcı olarak öğreniriz.
Ç)Konuşurken ve yazarken dilimizin içine başka dilden sözcükler eklememeliyiz.
Bu konuda dile getirdiğiniz görüş, Türkçe'nin özgünlüğünü ve gücünü koruma isteğinin çok doğal bir yansımasıdır.
Konuşma ve yazmada yabancı sözcük kullanmaktan kaçınmak, dil bilincini yüksek tutmanın ve dilin kendine has ifade zenginliğini öne çıkarmanın en pratik yollarından biridir.
Bu yaklaşımın önemini ve pratik adımlarını şu şekilde inceleyebiliriz:
1. Dilin Akıcılığı ve Anlaşılırlığı:
Yabancı sözcükler, özellikle her dinleyici ya da okuyucu tarafından bilinmediğinde, iletişimin akıcılığını ve anlaşılırlığını bozar.
Türkçe'de zaten var olan bir sözcük yerine yabancı bir karşılığını kullanmak, hem gereksiz bir gösteriş algısı yaratabilir hem de tümcenin doğallığını zedeleyebilir.
-Örnek: "Bu konuda bir feedback vermeniz gerekiyor." yerine, "geribildirim" veya "dönüt" demek, mesajın Türkçenin mantığı içinde “daha güçlü” bir şekilde iletilmesini sağlar.
2. Düşünceyi Güçlendirme
Kendi ana dilimizin sözcüklerini kullanmak, düşünce sistemimizi de doğrudan etkiler.
Ana dilimizde düşünmek ve ifade etmek, kavramları daha derinlemesine anlamamızı ve daha incelikli anlatımlar geliştirmemizi sağlar.
Yabancı sözcüklere başvurmak yerine, o kavramın Türkçe karşılığını bulmaya çalışmak, aslında dilimizi etken olarak kullandığımızı ve geliştirdiğimizi gösterir.
3. Pratik Çözüm Yolları ve Seçenekler
Konuşma ve yazma sırasında yabancı sözcüklerden kaçınmak için kendimizi duyarlı tutmamız gerekir.
Türk Dil Kurumu'nun (TDK) güncel olarak teknoloji ve günlük hayattan dilimize giren yabancı sözcüklere bulduğu Türkçe karşılıkları izlemek ve kullanmak, bu bilinci günlük hayatımıza taşımanın en etkili yoludur.
Günlük dilde yabancı sözcüklerin Türkçe karşılıklarının kullanılması, dilimizin kalitesini çok artıracaktır.
.  Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.29, İS.
.       YAZININ TÜMÜNÜ OKUYUNUZ:

.    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)

 

 

BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜK

 .   BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜKTEN YANA OLMAK:
Türkiye devlet ve kurumlarıyla, siyasi partileriyle “bağımsızlıktan ve özgürlükten” yana politikalara dönmelidir.
Bu isteğin altında bağımsızlık ve özgürlük odaklı politikaların önemi ve gerekliliği yatmaktadır.
Bu tür bir dönüşüm; Türkiye'nin devlet kurumları, yasama, yürütme ve yargı organları ile siyasi partilerinin, bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, demokratik süreçleri güçlendiren, hukukun üstünlüğünü tesis eden ve ulusal çıkarları bağımsız bir zeminde koruyan politikalara ağırlık vermesi anlamına gelir.
Böyle bir yaklaşım, toplumun farklı kesimlerinin siyasi hayata katılımını artırabilir, ülkenin iç ve dış politikada daha güçlü ve öngörülebilir bir konuma gelmesine katkıda bulunabilir.
Bu konuda önemli olan spesifik bağımsızlık veya özgürlük alanları nelerdir, diye düşünmeliyiz.
Ekonomik bağımsızlık, düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi konular da öne çıkar mı?
A)ABD ve Batı’dan medet uman politikaların terk edilmesi acil olarak gereklidir.
ABD ve Batı'dan medet uman politikaların terk edilmesi gerektiği yönündeki argümanlar genellikle, bu tür bir dış politika yöneliminin potansiyel ulusal riskleri ve uzun vadeli maliyetleri üzerine odaklanır.
Bu politikaların terk edilmesi gerektiğini savunanlar, temel olarak Türkiye'nin tam bağımsızlık, egemenlik ve siyasal-ekonomik esneklik elde etmesinin ancak çok kutuplu bir dünyada “kendi ayakları üzerinde” duran, “dengeli ve proaktif” bir dış politika ile mümkün olabileceğini öne sürer.
Bu politikaların eleştirilme ve terk edilme gerekliliği şu temel nedenlere dayanır:
1. Ulusal Çıkarların Korunması
Sürekli olarak tek bir bloktan (ABD ve Batı) destek ve onay beklemek, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını ikinci plana atma riskini doğurabilir. Bu durum, Türkiye'nin kendi coğrafyasında (Ortadoğu, Karadeniz, Akdeniz) bağımsız ve esnek kararlar almasını zorlaştırabilir. Eleştirenler, bağımsız bir politikanın, gerektiğinde o blokla bile çıkar çatışmasına girmekten çekinmemeyi gerektirdiğini savunur.
2. Dış Politika Bağımsızlığı ve Çok Yönlülük
'Medet umma' olarak nitelendirilen bir yaklaşım, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde çok yönlü (multilateral) bir politika izlemesini engeller. Bağımsız bir politika, farklı küresel ve bölgesel güçlerle (Asya, Afrika, diğer Avrasya ülkeleri) karşılıklı saygı ve çıkar temelinde ilişkiler kurarak denge politikası gütmeyi mümkün kılar. Bu da ülkenin dış baskılara karşı direncini artırır.
3. İç Siyasete Etki ve Siyasal Özgürlük
Bazı eleştirmenlere göre, Batı'dan sürekli beklenti içinde olmak, ülkenin iç siyasetine ve kurumlarına (demokrasi, yargı, ekonomi) yönelik dış müdahalelere ve yönlendirmelere açık kapı bırakabilir. Bağımsız bir duruş, iç siyasal ve toplumsal sorunların dış baskı olmadan, ulusal egemenlik çerçevesinde çözülmesini teşvik eder.
4. Ekonomik Bağımlılık Riski
Tek bir ekonomik ve siyasi bloka aşırı bağımlılık, bu bloktan gelebilecek ekonomik yaptırımlara ve baskılara karşı ülkeyi kırılgan hale getirebilir. Bağımsız politikalar, ekonomik ortaklıkları çeşitlendirerek bu riskleri dağıtmayı ve ülkenin ekonomik dayanıklılığını artırmayı amaçlar.
B)Antiemperyalist Çizginin Temel Gereklilikleri
Türkiye'nin antiemperyalist çizgiye sahip çıkması, kuruluş felsefesindeki tam bağımsızlık ilkesine dönüş ve uluslararası sistemde edilgen değil, proaktif ve özne bir rol üstlenmesi anlamına gelir.
Türkiye Devleti'nin antiemperyalist çizgiye sahip çıkmasının gerektiği aslında modern Türk siyasi tarihindeki köklü bir damara işaret eder.
Antiemperyalizm, en genel anlamıyla, uluslararası sistemdeki güç dengesizliklerine, sömürüye ve siyasi-ekonomik tahakküme karşı duruş demektir.
Bu çerçevede Türkiye'nin antiemperyalist duruşu ilk olarak hangi alanda (ekonomi, askeri/savunma, dış politika) somut adımlarla güçlendirilmelidir, diye düşünmeliyiz.
Türkiye bağlamında bu çizgiye sahip çıkmak genellikle şu temel politikaları ve hedefleri içerir:
1. Tam “Ulusal Egemenlik”
-Dış Müdahaleye Direnç: Devletin, özellikle kritik konularda (savunma, enerji, dış politika), hiçbir büyük gücün baskısı veya yönlendirmesi altında kalmadan tam bağımsız kararlar alabilmesi.
-Hukuk ve Yargı Bağımsızlığı: Ulusal yargı sisteminin ve yasama organının, dış odakların siyasi veya ekonomik çıkarlarına hizmet eden kararlar almaktan kaçınması.
2. Ekonomik Bağımsızlık
-Stratejik Sektörlerin Korunması: Enerji, tarım, savunma sanayii ve kritik teknolojiler gibi alanlarda dışa bağımlılığın azaltılması ve ulusal kontrolün güçlendirilmesi.
-Adil Ticaret ve Borç Politikaları: Uluslararası finans ve ticaret sistemlerinin, ülkenin aleyhine işleyen sömürücü mekanizmalarına “karşı” mücadele etmek.
3. Çok Kutuplu Dış Politika
-Denge Siyaseti: Tek bir küresel gücün (Batı, Doğu, vb.) yörüngesine girmek yerine, farklı bölgesel ve küresel güç merkezleriyle (Asya, Afrika, Latin Amerika) karşılıklı çıkar ve saygı temelinde ilişkileri çeşitlendirme ve dengeleme.
-Bölgesel Liderlik: Kendi coğrafyasındaki sorunları, “dış müdahale olmaksızın”, bölge ülkeleriyle birlikte çözme iradesi göstermek.
4. Kültürel ve Siyasal Özgünlük
-Ulusal Kimliğin Korunması: Küresel kültürün ve siyasal ideolojilerin dayatmalarına karşı ulusal kültürü ve değerleri koruyarak “toplumsal direnci” artırmak.
C)Türkiye kişiler üzerinden değil, ilkeler ve değerler üzerinden politikalar geliştirmelidir.
Bu da sağlıklı ve sürdürülebilir bir siyasal yapının en kritik gerekliliklerinden birini vurgulamaktadır:
Kişilere bağlı geçici politikalardan, evrensel ve kalıcı ilkelere bağlı politikalara geçiş sağlanmalıdır.
Kişiler üzerinden politika geliştirmenin riskleri ve bunun yerine ilkeler ve değerler üzerinden hareket etmenin faydaları şunlardır:
Kişisel Politikaların Riskleri
1-Sürdürülebilirlik Eksikliği: Bir lider veya güçlü bir figür değiştiğinde, tüm politikalar ve yönelimler hızla altüst olabilir. Bu, devlet politikalarında tutarsızlık ve öngörülemezlik yaratır.
2-Kurumsal Zayıflık: Kararlar, kurumların (meclis, bakanlıklar, yargı) bağımsız analiz ve değerlendirmelerinden ziyade, bireyin tercihlerine göre alınır.
Bu durum, devlet kurumlarının işlevini aşındırır.
3-Güven Krizi: Toplum, siyasetteki sürekliliği kurallarda değil, bireyin gücünde gördüğü için, kişiye olan inanç sarsıldığında, sisteme olan güven de sarsılır.
İlke ve Değer Odaklı Politikaların Önemi
İlke ve değerler üzerinden politika geliştirmek, siyasal sistemi şu açılardan güçlendirir:
Türkiye'nin bu dönüşümü gerçekleştirmesi, güçlü ve bağımsız kurumları merkeze alan, “Anayasal” ilkeleri ödün vermeden uygulayan ve politikanın özünü kişilere tapınmaktan arındıran bir yaklaşımı zorunlu kılar.
1-Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik
Politikalar, kimin söylediğine bakılmaksızın, hukukun üstünlüğü, adalet ve eşitlik gibi somut ve ölçülebilir ilkelere dayandığında, hem vatandaş hem de denetleyici kurumlar için hesap sorma süreci kolaylaşır.
Kararların mantığı kişisel değil, “evrensel bir değere” dayandırılarak meşrulaşır.
2-Kurumsal Süreklilik ve İstikrar
Siyaset, "doğru olanın yapılması" ilkesine odaklanır.
Liderler değişse bile, devletin temel yönetim ilkeleri (örneğin, yargı bağımsızlığı, liyakat, ifade özgürlüğü) kalıcı kalır.
Bu hem iç yatırımcı hem de dış dünya için “güven ve öngörülebilirlik” sağlar.
3-Toplumsal Anlaşmanın Güçlenmesi
Kişisel kararlar kutuplaştırıcı olabilirken; demokrasi, ulusal egemenlik, liyakat ve adil bölüşüm gibi ortak değerler etrafında geliştirilen politikalar, toplumun farklı kesimleri arasında daha geniş bir uzlaşı zemini yaratır.
Ç)Ürkek ve dışarıdan medet uman politikalar Türkiye'ye her zaman zarar getirir.
Bağımsızlık, cesaret ve kendi gücüne güven temelinde şekillenen bir dış politika, Türkiye'nin uzun vadeli çıkarlarını korumanın ve uluslararası sistemde saygın bir konuma gelmesinin anahtarı olarak görülür.
Türkiye'nin dış politikadaki “otonom” ve “kendine güvenen” bir duruşa sahip olması her zaman önemlidir.
Bağımsız duruşun bir sonraki aşaması, askeri caydırıcılık mı olmalı, yoksa ekonomik özerklik mi, diye de iyi düşünülmelidir.
Tarihsel ve güncel olarak bakıldığında "ürkek" veya "dışarıdan medet uman" politikaların Türkiye'ye zarar verme potansiyeli taşımasının temel nedenleri şunlardır:
1. Ulusal Çıkarların İhmali
a-Taviz Verme Baskısı: Dış güçlerden sürekli onay veya yardım beklemek, Türkiye'yi kritik konularda taviz vermeye mecbur bırakabilir.
Örneğin, jeopolitik çıkarların çatıştığı anlarda, destek alınan gücün politikalarına uyum sağlamak adına ulusal hedeflerden geri adım atılabilir.
b-İkincil Konuma Düşme: Bu tür bir bağımlılık, Türkiye'yi uluslararası arenada bir özne olmaktan çıkarıp, daha büyük bir gücün uydu devleti veya destekçisi konumuna itebilir.
Bu da uzun vadede stratejik derinliği ve etki alanını daraltır.
2. Öngörülemezlik ve İstikrarsızlık
a-Değişen Rüzgarlara Bağlılık: Politikalar, iç dinamikler yerine dışarıdaki liderlerin veya blokların değişen önceliklerine göre şekillenmek zorunda kalır.
Bu durum, özellikle dış yatırımcılar ve müttefikler nezdinde Türkiye'nin politikalarını öngörülemez ve güvenilmez hale getirir.
b-Dış Baskılara Açıklık: Medet umulan gücün herhangi bir kriz anında desteği çekmesi veya yaptırım uygulaması durumunda, ülke kırılgan hale gelir.
3. Toplumsal Güven ve Siyasal Meşruiyet Erozyonu
a-Egemenlik Algısı: Dışarıdan gelen yönlendirmelere aşırı duyarlı bir yönetim sergilemek, halkın gözünde ulusal egemenliği zedeler.
Bu durum, iktidarın siyasal meşruiyetini zayıflatır ve toplumsal mutabakatı bozar.
b-İç Kutuplaşma: Dış destek arayışı, iç siyasette muhaliflerin o dış güce düşman olarak yaftalanmasına yol açabilir; bu da demokratik tartışma ortamını zehirler.
.    Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.29, İS.
.        YAZININ TÜMÜNÜ OKUYUNUZ:

.    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)


28 Eylül 2025 Pazar

SOL PARTİLERİN

 .      SOL PARTİLERİN ÜLKEYE ETKİLERİ
.  Türkiye'de bulunan “sol görüşlü siyasi partiler ve sol görüşlü dernekler” Türkiye Cumhuriyeti devletinin bağımsızlığına ve özgür, üniter yapısına karşı olabilirler mi?
.  Türkiye'deki siyasi partiler ve dernekler, faaliyetlerini ülkenin anayasal çerçevesi içinde yürütmek zorundadırlar.
. “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”nın ilk dört maddesi, devletin temel niteliklerini güvence altına alır ve bu maddeler değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. (bağımsızlık, üniter yapı, cumhuriyetin nitelikleri)
A)Yasal Çerçeve ve Siyasi Partiler
Türkiye'deki siyasi partilerin kuruluşu ve faaliyetleri, Siyasi Partiler Kanunu ile de düzenlenmiştir.
Bu kanuna göre:
1.    Partilerin tüzük ve programları, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına ve laiklik ilkesine aykırı olamaz.
2.    Bir siyasi partinin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne (üniter yapısına) veya anayasal düzene aykırı eylemlerde bulunması, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına veya devlet yardımından yoksun bırakılmasına neden olabilir.
Bu nedenle, yasal olarak tanınan ve faaliyet gösteren hiçbir siyasi partinin veya derneğin, resmî programında veya tüzüğünde açıkça “devletin bağımsızlığına veya üniter yapısına karşı” bir amaç ilan etmesi veya bu doğrultuda eylemlerde bulunması yasal değildir.
B)Farklı Görüşler ve İdeolojiler
Bununla birlikte, sol siyaset yelpazesi çok geniştir ve farklı görüşlere sahip partiler/dernekler mevcuttur:
a-Bazı sol partiler, tam bağımsızlık ve üniter devlet yapısının korunması konusunda çok hassas bir duruş sergileyebilir.
b-Bazı diğer sol ideolojilere sahip gruplar ise, mevcut anayasal tanım ve yönetim biçimleri yerine, daha radikal sosyalist veya komünist bir düzeni savunabilirler.
Bu tür gruplar, uluslararası dayanışmaya daha fazla vurgu yapabilir veya mevcut üniter yapının içinde yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması gibi konularda farklı yaklaşımlara sahip olabilirler.
c-Bazıları ise tarihi süreçte “yasa dışı” kabul edilmiş veya “terör örgütü” olarak nitelendirilmiş eylemleri veya amaçları destekleyebilir.
C)Türkiye’de Laik Cumhuriyet karşıtı bazı Marksistler, sola bile ihanetlerini gizlemek için gündem oluşturmak istediklerinde neler söyleyebilirler?
.  Türkiye'de laik cumhuriyet karşıtı olan ve bu karşıtlıklarını gizlemek isteyen bazı Marksist veya aşırı sol grupların, kendi ideolojik hedeflerini perdelemek ve gündem oluşturmak için kullanabileceği söylem ve taktikler, genellikle mevcut siyasi ve toplumsal fay hatlarını “istismar etmeye” dayanır.
.   Bu tür gruplar, "sola ihaneti" gizlemek için, “asıl amaçları” olan “laik cumhuriyetin yıkılması” veya “radikal bir dönüşümü”, daha popüler ve geniş kitlelere hitap eden başlıklar altında sunabilirler.
1. Toplumsal Adalet ve Eşitsizlik Söylemleri
.  Laiklik karşıtlığını ve radikal değişim isteğini örtmek için en sık kullanılan yöntem, “solun temel değerleri” olan toplumsal adalet ve sınıf mücadelesi kavramlarını “aşırı uçlara” çekmektir:
a-"Gerçek Sol, Ezen Devlet Yapısıyla Uzlaşmaz": Cumhuriyetin kurucu değerlerini ve laikliği savunmayı, "burjuva solculuğu", "statükoculuk" veya "Kemalist vesayet" olarak nitelendirirler.
Bu yolla, laikliği savunan sol partileri ve aydınları, halkın gerçek sorunlarını (ekonomik eşitsizlik, yoksulluk) görmezden gelmekle ve iktidarla iş birliği yapmakla itham ederler.
b-"Laiklik, İşçi Sınıfının Değil, Üst Sınıfların Sorunudur": Laikliğin, Marksist bir devrim hedefi için öncelikli bir sorun olmadığını, sadece seküler üst ve orta sınıfların hassasiyeti olduğunu iddia ederek, laiklik tartışmasını sınıf mücadelesinin önüne geçiren her yaklaşımı hedef gösterirler.
Bu, laiklik karşıtı dini gruplarla ortak bir zemin oluşturmalarını kolaylaştırır.
c-"Eşitlikçi Federalizm" veya "Radikal Yerinden Yönetim": Üniter ve merkeziyetçi yapının ekonomik “eşitsizliğin kaynağı” olduğunu savunarak, ülkenin yönetim biçiminde "halkların kendi kaderini tayin hakkı" gibi Marksist kavramlarla örtüşen radikal değişiklikler önerirler.
2. Popülist Mağduriyet ve Kimlik Siyaseti
Hedefleri genellikle Marksizmin katı sınıf teorisinden çok uzak olan, popülist ve kimlik siyasetine odaklı söylemlerle gündem oluştururlar:
a-"Cumhuriyetin Kurucu Felsefesi Aslında Bir İhanettir": Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişi, "emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi" yerine, "yerli işbirlikçilerin" (burjuvazinin) "halkın devrimini çaldığı" bir süreç olarak gösterirler.
Bu, hem cumhuriyete karşı olan İslamcı hem de etnik milliyetçi gruplarla ortak bir "kurucu rejime karşıtlık" cephesi oluşturma amacı taşır.
b-"Sömürge Tipi Yönetim Eleştirisi": Mevcut devlet yapısını ve laikliği, "Batı'nın dayatması", "yerli halklara yabancı" veya "sömürgeciliğin bir uzantısı" olarak tanımlayarak, anti-emperyalist duyguları “kendi amaçları” için kullanırlar.
c-"Özgürlük" Kavramını Manipüle Etmek: Laiklik, ifade özgürlüğünü kısıtlayan baskıcı bir araçmış gibi sunulurken, dini veya kültürel grupların radikal talepleri "özgürlük mücadelesi" ve "ötekileştirilmişlerin sesi" olarak meşrulaştırılmaya çalışılır.
3. Uluslararası Gündeme Atıf ve Yenilik İddiası
Bu tür söylemlerin temel amacı, Marksist radikalizmi ve “laik cumhuriyete karşıtlığı”, toplumsal adalet, özgürlük ve eşitsizlikle mücadele gibi “halkın meşru talepleri arasına” sızdırmaktır.
Kendilerini “yenilikçi ve evrensel” bir solun parçası göstermek için uluslararası Marksist/sol akımlardan örnekler kullanabilirler:
a-"Klasik Sol Çözümlemeler Miadını Doldurdu": Kendilerini, değişen dünya koşullarına ayak uydurmuş, "post-Marksist" veya "yeni sol" olarak pazarlarlar.
Buna göre, "eski tip" Kemalist veya laikliği savunan solun eleştirileri artık "anakronik" (çağ dışı) ve "durağan" kalmıştır.
b-"Radikal Demokrasi ve Kurucu Meclis Çağrısı": Ülkenin tüm sorunlarının kaynağının mevcut anayasa ve kurumlar olduğunu ileri sürerek, "tüm ezilenlerin" katılımıyla kurulacak bir Kurucu Meclis çağrısı yaparlar.
Bu çağrı, “anayasal düzeni toptan reddetme” ve kendi radikal vizyonlarını dayatma çabasını gizler.
Ç)ÖZETLE:
Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal olarak faaliyet gösteren “siyasi partiler ve dernekler”, anayasal zorunluluk gereği devleti yıkmaya, bağımsızlığını zedelemeye veya üniter yapıyı parçalamaya yönelik bir amaç güdemezler. 

      Ancak, anayasanın sınırları içinde kalmak koşuluyla, devletin yapısı ve yönetimi hakkında farklı ideolojik “yorumlar ve politik öneriler” sunabilirler.
.   Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.28, İS.
.           YAZININ TÜMÜNÜ OKUYUNUZ:
.   .    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)

 

ÖZ İRADESİNE SAHİP

. TÜRK MİLLETİ KENDİ ÖZ İRADESİNE SAHİP ÇIKACAKTIR.
Bu güçlü ve anlamlı bir ifade için tüm yurtseverleri bilinçli olarak çalışması ve mücadele etmesi gerekir.
Türk Milleti'nin kendi öz iradesine sahip çıkması, egemenliğin millete ait olduğunu, kararlarını bağımsızca alacağını ve geleceğini kendi tayin edeceğini vurgulayan temel bir ilkedir.
Bu ifade, demokrasi, ulusal bağımsızlık ve millî birlik gibi kavramların önemini hatırlatır.
Özgürlüğe ve bağımsızlığa sahip çıkmak; sadece cephede savaşmak değil, aynı zamanda iyi bir yurttaş, eleştirel bir birey, üretken bir ekonomist ve birleştirici bir komşu olmaktır.
Bu sürekli bir nöbettir, herkes buna katılmalıdır.
A)Türk milleti ülkenin özgürlüğüne ve bağımsızlığına nasıl sahip çıkabilir, neler yapmalıdır?
Türk Milleti'nin özgürlüğüne ve bağımsızlığına sahip çıkması için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde atılması gereken birçok adım bulunmaktadır.
Bu süreci destekleyecek temel eylemler ve prensipler şunlar olacaktır:
1. Demokrasiye ve Hukukun Üstünlüğüne Sahip Çıkmak
Özgürlüğün en güçlü güvencesi demokratik sistemin ve hukuk devletinin korunmasıdır.
-Aktif Yurttaşlık: Seçimlerde oy kullanmanın ötesinde, yerel ve ulusal kararlara katılarak, sivil toplum kuruluşları (STK'lar) aracılığıyla sesi duyurmak.
-Temel Hak ve Özgürlükleri Savunmak: İfade, basın ve toplanma özgürlüğü gibi temel hakların kısıtlanmasına karşı durmak, hukukun herkes için eşit ve tarafsız işlemesi için talepte bulunmak.
-Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Devlet kurumlarının şeffaflığını ve kamu kaynaklarının doğru kullanımını talep etmek ve bu konularda denetleyici olmak.
2. Eğitim ve Eleştirel Düşünceyi Güçlendirmek
Bağımsızlığın en büyük düşmanı “cehalet ve manipülasyon”dur.
-Tarih Bilinci: Ulusal bağımsızlık mücadelesini ve tarihsel süreçleri doğru öğrenerek, bu değerlerin önemini yeni nesillere aktarmak.
-Nitelikli Eğitim: Bilimi, felsefeyi, sanatı ve eleştirel düşünme becerilerini esas alan, sorgulayıcı bir eğitim sistemini desteklemek ve çocukların bu şekilde yetişmesini sağlamak.
-Doğru Bilgiye Ulaşım: Medya okuryazarlığını geliştirmek, sosyal medyada ve geleneksel medyada yayılan “dezenformasyona” (yalan haber) karşı “uyanık” olmak ve bilgiyi farklı kaynaklardan teyit etmek.
3. Ekonomik Bağımsızlığı Desteklemek
Bir ülkenin siyasi bağımsızlığı, genellikle ekonomik bağımsızlığına dayanır.
-Yerli Üretimi Desteklemek: Kaliteli ve katma değeri yüksek yerli üretimi tercih etmek ve bu alandaki girişimcileri cesaretlendirmek.
-İsraftan Kaçınmak: Hem bireysel hem de kamusal alanda kaynakları verimli kullanmak ve israfı önlemek.
-Yüksek Teknolojiye Yatırım: İthalata bağımlılığı azaltacak, stratejik öneme sahip savunma sanayi, yazılım, enerji gibi alanlarda ulusal kapasiteyi artırmaya yönelik politikaları desteklemek.
4. Millî Birlik ve Toplumsal Huzuru Korumak
İçeriden bölünmüş bir milletin dış baskılara direnmesi zorlaşır.
-Ortak Değerlerde Birleşmek: Türkiye Cumhuriyeti'nin temel değerleri etrafında birleşerek, ülkenin bütünlüğünü ve huzurunu tehdit eden her türlü iç ve dış provokasyona karşı durmak.
-Farklılıklara Saygı: Toplumdaki siyasi, kültürel, etnik ve inançsal farklılıkları zenginlik olarak görmek, ayrımcılıktan kaçınmak ve hoşgörüyü artırmak.
B)Türk Milleti'ni mücadelesinde engelleyenler olacaktır.
Tarih boyunca olduğu gibi, Türk Milleti'nin bağımsızlık, özgürlük ve kalkınma mücadelesinde içeriden veya dışarıdan “engeller, zorluklar ve karşıt fikirler” her zaman olacaktır.
Bu engeller, farklı şekillerde ortaya çıkabilir:
-Dış Baskılar: Ulusal çıkarlara aykırı politikalar, ekonomik yaptırımlar veya uluslararası manipülasyonlar.
-İç Ayrılıklar: Toplumu kutuplaştırmaya yönelik çabalar, ayrılıkçı söylemler veya demokrasiyi hedef alan girişimler.
-Cehalet ve Yozlaşma: Eğitimdeki yetersizlik, eleştirel düşüncenin engellenmesi, yolsuzluk ve kaynak israfı.
Bu güçlü ifade, aynı zamanda bir kararlılık mesajıdır:
Türk Milleti, bu engellerin varlığını bilerek, öz iradesine ve ortak hedeflerine odaklanarak bu zorlukların üstesinden gelme gücüne ve azmine sahiptir.
Bu inanç, Milli Mücadele ruhunun ve Türk Milletinin tarihsel karakterinin temelini oluşturuyor.
Engellerin ve zorlukların varlığını kabul etmek, ancak onlara teslim olmamak, tam olarak öz iradeye sahip çıkma dediğimiz şeyin göstergesidir.
Bu azim ve gücü besleyen temel faktörler şunlardır:
-Hukuka ve Demokrasiye Bağlılık: Özgürlüklerin korunmasının en büyük güç kaynağı olduğunu bilmek.
-Ortak Hedef Birliği: Bağımsızlık, toprak bütünlüğü, adalet ve refah gibi millî hedeflerin her şeyin üstünde tutulması.
-Tarihsel Tecrübe: Geçmişteki zorlu mücadelelerden (Kurtuluş Savaşı gibi) kazanılan direnç ve yeniden ayağa kalkma yeteneği.
-İçerideki Güç: Türk Milleti'nin farklılıklarına rağmen sahip olduğu birlik ve beraberlik potansiyeli.
Bu kararlılık, "öz iradeye sahip çıkma" eylemini bir temenniden çıkarıp “somut bir mücadeleye” dönüştürür.
C)Türk milleti en çok hangi alanda dikkat etmeli ve mücadele göstermelidir?
Özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin birbirini destekleyen üç ana cephesi vardır.
Türk Milleti'nin mücadelesinde “Eğitim ve Ekonomik Bağımsızlık”, kendiliğinden gelen bir “Demokratik Birlik” getireceği için en stratejik odak noktalarıdır.
Şu anki küresel dinamikler göz önüne alındığında, Türk Milleti'nin bu üç alana aynı anda ve özel olarak dikkat etmesi kritik önem taşır:
1.Eğitim ve Eleştirel Düşünce Cephesi (İç Güç)
Türk Milleti'nin en temel dikkat etmesi gereken alan budur.
Eğitimin bilimsel, felsefi ve sanatsal temeller üzerine inşa edilmesi için mücadele etmek gereklidir.
Bağımsızlığın en büyük garantisi, “bilinçli ve sorgulayan” bireylerdir.
-Neden Önemli: Çağımızda bilgi kirliliği (dezenformasyon), algı operasyonları ve yalan haberler, toplumsal iradeyi bölmek ve milleti yanlış kararlara yönlendirmek için en etkili silahlardır.
Cehalet ve yozlaşma, dış baskılardan çok daha hızlı bir şekilde “içten çöküşe” yol açabilir.
-Mücadele Alanı: Her bireyin medya okuryazarlığını geliştirmesi, bilgiyi kaynağından teyit etmesi ve “eleştirel düşünme” yeteneğini kaybetmemesidir.
2. Ekonomik Bağımsızlık Cephesi (Kalkınma Gücü)
Ekonomik olarak dışa bağımlı bir ülkenin siyasi manevra alanı kısıtlanır.
-Neden Önemli: Küresel ve jeopolitik baskılar, genellikle ekonomik kanallar üzerinden gelir (yaptırımlar, kur manipülasyonları, ticaret kısıtlamaları).
Güçlü bir ekonomi, ülkenin kendi politikalarını özgürce belirleyebilmesi için hayati önem taşır.
-Mücadele Alanı: Yüksek katma değerli ve teknoloji yoğun yerli üretimi (özellikle savunma sanayi, yazılım, enerji) desteklemek, cari açığı azaltmak, israfı önlemek ve kaynakların doğru ve şeffaf kullanımını talep etmek.
3. Toplumsal Birlik ve Demokrasi Cephesi (Milli İrade)
Dışarıdan gelebilecek her türlü baskıya karşı en büyük kalkan, içerideki birliktir.
-Neden Önemli: Demokrasi ve hukukun üstünlüğü, özgürlüğün temel güvencesidir.
Toplumsal fay hatları (siyasi, etnik, inançsal) üzerinden yaratılan “kutuplaşma”, milletin enerjisini tüketir ve “dış müdahaleye açık” hale getirir.
-Mücadele Alanı: Farklılıklara saygı göstererek “ortak değerler” etrafında kenetlenmek, “demokratik haklara ve kurumlara” sahip çıkmak ve toplumsal huzuru bozmaya çalışan her türlü “ayrıştırıcı dile karşı” durmaktır.
.   Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.28, İS.
.       YAZININ TÜMÜNÜ OKUYUNUZ:

.    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)

 

 

27 Eylül 2025 Cumartesi

CUMHURİYETİ KORUYACAKLAR

Cumhurİyetİ ve devrİmlerİ koruyacak olanlar hangİ mesleklerdİr?
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün görüşlerine göre, Cumhuriyeti ve devrimleri koruma görevi belirli bir meslek grubuna değil, öncelikle Türk Gençliği'ne emanet edilmiştir.
Bu, onun en bilinen sözlerinden ve “gençliğe hitabı”ndan anlaşılmaktadır.
Ancak, bu koruma görevinin yerine getirilmesinde kritik rol oynayan ve Atatürk'ün sıkça vurguladığı bazı meslek ve alanlar şunlardır:
A)Cumhuriyetin Korunmasında Kritik Rol Oynayan Alanlar
1. Eğitim ve Öğretim Meslekleri
Atatürk, yeni nesillerin yetiştirilmesini, Cumhuriyetin değerlerini öğrenmelerini ve bu değerleri koruyacak karakterde olmalarını öğretmenlere ve eğitimcilere emanet etmiştir.
"Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır," sözü bu mesleğin önemini açıkça göstermektedir.
Öğretmenler, Akademisyenler ve Eğitimciler:
Cumhuriyeti fikren, ilmen ve fennen güçlü koruyucular yetiştirme görevini öğretmenler, eğitimciler üstlenirler.
2. Adalet ve Hukuk Meslekleri
Cumhuriyet, hukukun üstünlüğü ve temel hak ve özgürlükler üzerine kuruludur.
Bu değerlerin korunması, hukuk sisteminin doğru ve tarafsız işlemesine bağlıdır.
Hukukçular (Hâkim, Savcı, Avukat):
Cumhuriyet savcıları birinci derecede görevlidirler.
Cumhuriyetin temelini oluşturan hukuk devletini ve devrimlerle getirilen çağdaş kanunları korumakla yükümlüdürler.
3. Güvenlik ve Savunma Meslekleri
Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, dolayısıyla Cumhuriyeti ve devrimleri dış tehditlere karşı korumak, bu meslek gruplarının temel görevidir.
Askerler ve Emniyet Mensupları:
“Türk ordusu”, askeri ve subayı ile “güvenlik güçleri” polis ve bekçisi, jandarması ile “yurdumuzun bağımsızlığını, güvenliğini ve anayasal düzeni” korumakla görevlidirler.
4. Bilim, Fen ve Sanat Meslekleri
Atatürk, yalnızca askeri zaferlerle değil, aynı zamanda “kültür, bilim, fen ve ekonomi” alanlarında da zaferler kazanmanın önemini vurgulamıştır.
Çağdaş, uygar ve ileriye gitmiş, kalkınan bir toplum olmanın yolu bu alanlardan geçer.
Bilim İnsanları, mühendisler, hekimler, sanatçılar:
a-Ülkeyi kalkınmış uygarlıklar düzeyine çıkarma,
b-Bilimsel düşünceyi yayma ve kültürel gelişimi sağlama görevlerini üstlenirler.
B)Asıl Koruyucu:
Nitelikli Toplum:
Atatürk'ün genel bakış açısına göre, ayrı ayrı sınıflardan değil, iş bölümü içerisinde çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum esastır.
Yani, “her meslek” erbabının kendi alanında “en iyi şekilde” çalışması, “ulusal görev ve sorumluluğunu bilmesi”, Cumhuriyetin ve devrimlerin korunmasına katkıda bulunması beklenir.
C)Cumhuriyeti ve devrimleri koruyacak olanlar:
Atatürk'ün işaret ettiği gibi “fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli” koruyucular yetiştiren “eğitimciler başta olmak üzere, hukuk, güvenlik, bilim ve sanat” alanlarında görev yapan, ulusal değerlere sahip çıkan tüm sorumlu ve bilinçli vatandaşlardır.
Her bir yurttaş ülkesinin bağımsızlığını, özgürlüğünü, birlik ve bütünlüğünü korumak ve savunmak isteyecek bilgi ve bilince sahip olmalıdır.
.  Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.27, İS.
.          YAZININ TÜMÜNÜ OKUYUNUZ:

.    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)


26 Eylül 2025 Cuma

TOPLUMSAL YOZLAŞMA

   TOPLUMSAL YOZLAŞMA   .
.    Bir toplum her bir şeye “özentili”, ortaya atılan (sözde) her yeniliğe koşan, “temel hak ve özgürlüklerin” farkında bile olmayan toplum durumuna neden düşer?
Bu durumun nedenleri oldukça karmaşık ve çok katmanlıdır.
Bu durum eğitim, medya ve siyasi kültürün kesişim noktasında ortaya çıkan, bireyin özgürlüğünü ve toplumsal gelişimi yavaşlatan çok boyutlu bir sorundur, bir dejenerasyon belirtisidir.
Bu özelliklere sahip bir toplumun oluşmasında etkili olabilecek bazı temel etkenleri ve bunların yol açabileceği sonuçları inceleyelim:
A)Toplumsal Özelliklerin Nedenleri
1. Eleştirel Düşünme ve Eğitim Eksikliği
a-Özenme ve Yenilik Koşma: Eleştirel düşünme becerilerinin tam olarak gelişmediği bir eğitim sistemi, bireyleri sorgulamaktan çok taklit etmeye yönlendirebilir.
Bu durum, bireylerin kendi değerlerini oluşturmak yerine, sürekli dışarıdan gelen yeni trendlere, moda akımlarına veya yüzeysel bilgilere özenerek koşmasına neden olur.
Bir "filtre" mekanizması olmadığından, her yenilik "doğru ve gerekli" olarak algılanır.
b-Temel Hak ve Özgürlük Bilinci: Temel haklar, ancak eğitim ve sorgulama yoluyla tam olarak kavranabilir. Eğer bireyler, hak ve özgürlüklerin tarihsel, felsefi ve hukuki temellerini öğrenemezlerse, bu kavramlar soyut ve önemsiz kalır.
Bu da haklarının ihlal edilmesine karşı duyarsız veya farkında olmayan bir toplum yaratır.
2. Medya ve Tüketim Kültürünün Etkisi
a-Görünür Olma Baskısı: Sosyal medya ve popüler kültür, sürekli olarak "mükemmel" ve "mutlu" bir yaşam tarzını dayatır.
Bu durum, bireylerin özgün benliklerini bırakıp, toplumsal onayı kazanmak için sürekli olarak başkalarının sahip olduğu şeylere özenmesine ve görünürdeki yenilikleri taklit etmesine yol açar.
b-Hızlı Tüketim: Sürekli "daha yeni" ve "daha iyi" reklamları, bireyleri düşünmeden tüketmeye iter.
Ortaya atılan her sözde yenilik (ürün, fikir, akım) bir ihtiyaçtan çok, statü sembolü olarak görülür ve bu koşuşturmaca, daha derin konuları (haklar, sorumluluklar) düşünmekten alıkoyar.
3. Siyasal ve Sosyal Yapı
a-Pasifleşme: Temel hak ve özgürlüklerin kullanıldığı, tartışıldığı ve korunduğu mekanizmaların zayıf olması, toplumu pasifliğe yönlendirebilir.
Birey, hak aramanın ve sorgulamanın zahmetli, tehlikeli veya sonuçsuz olduğunu düşündüğünde, daha kolay ve yüzeysel olan özenme ve taklide kayar.
b-Otoriter Eğilimler: Temel hak ve özgürlüklerin konuşulmadığı veya önemsenmediği toplumlarda, otoriter eğilimler daha kolay kök salabilir.
“Hak” bilinci zayıf olan bir toplum, gündelik hayatın konforu uğruna haklarından vazgeçmeyi daha kolay kabul edebilir.
B)Olası Toplumsal Sonuçları
Bu faktörlerin birleşimi, uzun vadede şu sonuçlara yol açabilir:
1-Sığlık ve Yüzeysellik: Toplumun enerji ve odağı, gerçek sorunlardan ve derin tartışmalardan uzaklaşarak, geçici ve yüzeysel konulara kayar.
2-Kolektif Bilinç Eksikliği: Bireyler, kişisel tatmin ve özenme peşinde koşarken, ortak iyi, toplumsal dayanışma ve kamu yararı gibi kavramları gözden kaçırabilir.
3-Manipülasyona Açıklık: Eleştirel düşünme ve hak bilincinin zayıf olması, toplumu siyasal, ekonomik veya sosyal manipülasyonlara karşı savunmasız hale getirir. Kolayca yönlendirilebilir ve ikna edilebilir bir kitle oluşur.
4-Demokrasi Kalitesinin Düşmesi: Temel haklarını bilmeyen ve bu haklara sahip çıkmayan bir toplumda, demokrasi biçimsel bir ritüele dönüşebilir; içeriği ve koruyucu gücü zayıflar.
C)“Toplumsal yozlaşma” bireyleri nasıl etkiler, ne duruma dönüştürür?
.    Bu süreç, bireyler üzerinde derin ve yıkıcı etkiler bırakır, onların tutumlarını, davranışlarını ve hatta ruh hallerini kökten değiştirir.
Toplumsal yozlaşma, bir toplumun ahlaki, etik, hukuki ve kültürel değerlerinin aşınması ve bozulması sürecidir.
Sağlıklı düşünmesini engeller.
Toplumsal yozlaşma, bireyin özgür, adil ve güvenli bir yaşam sürme potansiyelini elinden alır.
Onu, ya sisteme teslim olan bir menfaat avcısına ya da yaşamdan vazgeçen umutsuz bir bireye dönüştürür.
Ç)Birey Üzerindeki Temel Etkiler
Toplumsal yozlaşma, bireyi temelde güvensizlik, çaresizlik ve yabancılaşma sarmalına sokar.
1. Güven Kaybı ve Paranoya
Yozlaşmış bir ortamda birey, kurumlara, otoriteye ve hatta diğer insanlara olan güvenini kaybeder.
a-Devlete ve Hukuka Güven Eksikliği: Hukukun üstünlüğünün zayıfladığı, rüşvetin ve adam kayırmanın yaygınlaştığı yerde, birey adaletin kendisi için çalışmayacağını düşünür.
Bu durum, hak arama motivasyonunu sıfırlar ve adaleti kendi yöntemleriyle sağlama eğilimini artırır.
b-Toplumsal Güvensizlik: Herkesin kendi çıkarını maksimize etmeye çalıştığı inancı yayılır.
Bu da sosyal mesafe ve şüphecilik yaratır.
Birey, çevresindeki herkesi potansiyel bir tehdit veya rakip olarak görmeye başlar.
2. Değerlerin Esnekleşmesi ve Pragmatizme Kayış
Yozlaşma, bireyin ahlaki pusulasını bozar ve onu hayatta kalma odaklı bir pragmatiste dönüştürür.
a-"Kural Bu" Anlayışı: Yozlaşmış davranışlar (rüşvet vermek, torpil kullanmak) norm haline geldiğinde, birey başlangıçta karşı çıksa bile, "sistem böyle işliyor" veya "hayatta kalmak için mecbursun" diyerek bu davranışları kabullenir ve uygulamaya başlar.
b-Empati Kaybı: Başkalarının hakkının yendiğini görmek kanıksanır hale gelir.
Birey, “kendi menfaatleri uğruna” başkalarının zarar görmesine karşı duyarsızlaşır.
3. Psikolojik Yıpranma ve Çaresizlik
Sürekli mücadele etme ve adaletsizliğe tanık olma durumu, bireyin psikolojisini derinden etkiler.
a-Umursamazlık (Apatikleşme): Sürekli adaletsizliğe karşı gelmek yorucudur. Birey, bir noktadan sonra durumu değiştiremeyeceğine inanır ve pasif dirence geçer.
Gündeme, siyasete veya toplumsal olaylara karşı ilgisizleşir.
b-Depresyon ve Anksiyete: Kontrolün kendinde olmadığını ve geleceğin belirsiz olduğunu hissetmek, kaygı ve ruhsal yorgunluk yaratır. "Çabalasam bile bir şey değişmeyecek" inancı yaygındır.
D)Bireyin Dönüştüğü Durumlar
Toplumsal yozlaşmanın sonunda birey genellikle şu “üç ana tipleme”den birine dönüşür:
1. Sistemin Bir Parçası (Kayıtsız Adaptör)
Birey, yozlaşmış kuralları benimser. "Yenemiyorsan, onlara katıl" felsefesiyle hareket eder.
Rüşveti, torpili ve usulsüzlüğü hızlı çözüm yolu olarak görür.
Eskiden eleştirdiği davranışları sergileyerek hayatta kalmaya çalışır.
Ahlaki ilkelerini yitirmiştir.
2. Kendini Kapatan (Apatik Kaçışçı)
Birey, sistemi değiştiremeyeceğine inanır ve toplumsal hayattan soyutlanır.
Kendini ve ailesini korumaya odaklanır.
Kamusal alanla, siyasetle ve genel sorunlarla ilgilenmeyi bırakır.
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mantığıyla, sessiz ve görünmez olmayı tercih eder.
3. Sürekli Öfkeli (Tükenmiş Aktivist)
Birey, adaletsizliğe karşı savaşmaktan vazgeçmez ancak bu sürekli mücadele onu tüketir.
Sürekli öfke, alaycılık ve hayal kırıklığı içindedir.
Bu durum, zamanla sosyal ilişkilerini zedeleyebilir ve onu yalnızlaştırabilir; çünkü dürüstlüğü ve eleştirileri, yozlaşmış ortamda sevilmeyen özellikler haline gelmiştir.
  Öğretmen GÖNEN ÇIBIKCI, 2025.09.26, İS.
.       YAZININ TÜMÜNÜ OKUYUNUZ:

.    (YZ destekli araştırma ve incelemeye dayanan yazım.)