30 Mayıs 2022 Pazartesi

SEVGİ ile YAŞAYABİLMEK

 . SEVGİ ile YAŞAYABİLMEK...                     

Her insan kendi içinde bulunduğu çağı, zamanı ve ortamı, toplumu yaşar, onlardan edindikleri ile kendisini geliştirir, kişiliğini oluşturur.

İnsanların ne denli çok ve farklı davranış biçimleri, kişilikleri var ise de ortak olan yönleri ve duyguları da vardır.

İnsanın en önemli ve ortak özelliği ise onun beynidir.

Her şey ama her şey beyinsel kayıtlar ve kodlamalar ile ilgilidir.

Bizi var eden, insanı yönlendiren, nasıl olduğumuzu gösteren de hep kendi beyinsel yapımız, durumumuzdur.

İnsan ilişkilerinde en çok önem verilenlerin başında sevgi ile karşılanmak, sevgi görmek gelir.

Sevmek ve sevilmek temel duygu olarak bir insanı en çok etkileyendir.

İnsan ilişkilerindeki sevginin yeri ve oranı belki de tüm ilişkide en önemli etkendir.

Her insanın diğerlerine yaklaşımındaki sevgi ölçeği, oranı aynı mıdır?

İnsanlara sevgi ile yaklaşabilir olmak öyle birden olacak bir iş değildir aslında…

İnsanın doğasında bulunan birçok özelliklerinin yanı sıra başka kişilere, başka varlıklara sevgi duyabilmesi de vardır.

İnsanın genetik özellikleri ne kadar önemli ise doğup büyüdüğü ev ve mahallesi ile birlikte aldığı ilk kültür "sevgi eğitimi"nin de başlangıcını sağlar.

Sevgi ile yaklaşabilmek, sevgi duyarak davranabilmek daha birçok şeyde olduğu gibi bir içsellik taşısa da öğrenilmesi, eğitilmesi gereken bir "durum"dur.

Bu nedenle ilk adım ailede başlar.

Aile çocuğuna birçok değeri öğretirken, birçok değer için eğitim vermesi gerekirken "sevgi" ile davranmayı ve sevgi ile algılamayı da öğretmelidir.

"Sevgi eğitimi" kesinlikle bir ön koşuldur ve tüm toplumda, eğitimde ciddiye alınması gerekir.

Ailelerin neredeyse tümünde böylesine bir konu bir "eğitim" olarak düşünülüp, ele alınmaz.

Okullarda edinilen örgün eğitim sonucu kazanılan bilgiler ve bakış açıları çok önemlidir, inkar edilemez.

Öte yandan gerçek de şudur:

Aile içinde özellikle bilerek ve bilinçli bir düşünce ile "eğitim" üzerinde durulmaz.

Genelde kendi çocukluğunda ailesinden, çevresinden neler edindi ise, neleri kendi yaşamında algıladı ise kurduğu ailesinde de onları uygular, çocuklarını öyle yetiştirir

Ama, bunu değiştirmek gerekir.

En azından bunu bilip, üzerinde bilinçle düşünmek gerekir.

İlk doğumla birlikte çocuğa doğal bir "sevgi öğrenimi ve eğitimi" verilmelidir.

Öfke, şiddet, hırs... gibi olumsuzluklarla karşılaşmadan  büyümelidir bir çocuk, bir insan....

Öte yandan bir diğer gerçek ise şudur:

21. yüzyılın getirdiği yeni yaşam biçimleri ve olanakları, teknoloji ile birlikte insan ve toplum başka edinimler ve algılamalar ile karşılaşmaktadır.

Dar kapsamlı aile ve gerçek kişiler yerine sanal ortamlar, internet ve yeni tür iletişim ile anne-baba-çocuk etkileşimi başka boyutlara yönelmeye başlamıştır.

Özellikle genç aileler sosyal medyadan ve internet kullanımından çok etkilenmektedir.

Örnek alınan davranış ve düşünce modelleri onları etkilemekte ve yönlendirmektedir.

Çok hızlı akan zaman içerisinde zihnine yerleştirdiği o dijital görseller, işitseller ile birlikte beyinsel işlevleri yönlendirilmektedir.

Çok hızlı olan zaman akışı içerisinde insanın eleştirel düşünmeye, kendini korumaya yönelik ilkesel kararlar almaya pek zamanı kalmamaktadır.

Toplumda egemen olan akış artık bir "sürü" etkisi olmuştur.

Sürü psikolojisinden kurtulabilmek sanki olanaksız bir duruma gelmiştir.

Birbirlerinden, sosyal medyadan, TV'lerden alınan neler var oldu ise onlar ile kişilikler yönlenmeye, iradeleri etkilenmeye başlamıştır.

En tehlikeli ve zararlı olan ise daha bebek arabalarında oturan çocukların eline verilen ve ona gösterilen internet ürünleridir.

Bunun elektronik zararlarının olması bir yana çocuğun en küçük yaşlarda beyinsel kodlarına denetimsiz her türlü bilginin kayıt ettirilmesidir ki bu kayıtlar asla yitirilmez ve tüm yaşamında o çocuğu yönlendirir.

Sevgi ve insancıl olumlu yaklaşımlar, davranışlar nasıl elde edilecektir?

İnsan kişilikleri olumlu yönde nasıl geliştirilecektir?

Büyük bir denetimsizlik ve bilinçsizlik ile geçirilen zaman ve ilişkiler içerisinde anne ve baba özellikle çok daha dikkatli ve seçici davranmalıdır ki çocuklarını en iyi biçimde yönlendirebilsinler.

En kısa biçimde şunları söyleyebiliriz:

- Denetimsiz ve eleştirel bakılmayan hiçbir dijital veriye kapılmamak gerekir (Tüm sosyal medya, TV, film, reklamlar, moda, müzik…)

- Çocuklar 16 yaşından önce asla denetimsiz ve yoğun bir dijital ortama bırakılmamalıdır. (Cep telefonları, internet, oyun programları, çizgi filmler, müzik programları…)

- Her türlü "ücretsiz" sunulan dijital programların arkasında büyük güçler, yönlendiriciler, veri toplayıcılar, kazanç elde edenler …vardır)

- Çocuklarını en küçük yaşlardan anne ve baba ile karşılıklı açıklayıcı, yönlendirici konuşmalara gereksinimi vardır.

- İletişim dilimizin içerisinde sevgi ve yumuşak tonlama olmalıdır.

Görüldüğü gibi artık zamanımızda her şey çok hızlı gelişiyor ve tüm yaşamı etkisi altına alıyor.

Birçok konuda kolaylıklar edinildiğini görerek yaşayarak yüksek teknolojinin ilerleyişine tanık oluyoruz.

Tüm bunlardan dolayı da üzerimize düşen, sırtımıza yüklenenler eskisinden çok daha az değildir.

Gerçekten hem kendimiz için, hem de çocuklarımız için artık çok daha dikkatli olmalıyız,

Bu bizim için bir sorumluluk olduğu kadar bir görevdir de...

.   Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 30.05.2022, MŞ.

25 Mayıs 2022 Çarşamba

Siyasetçiler

   Siyasetçiler                     

·       Devlet yönetiminde, toplumun yönetilmesinde yer almak, görüşlerini uygulamak isteyen yurttaşlar siyasi partilere girerler ve oralarda görev almak isterler.

·       Artık siyaset onların bir uğraşı alanı olmuştur ve içinde bulundukları siyasi partinin hedeflerine, ilkelerine ve çalışma yöntemlerine göre düşünmeye ve davranmaya başlarlar.

·       Siyasetçiler hangi olay olursa olsun, hep kendi yararlarına bir şeyler yaratmaya çalışırlar.

·       Siyasetçiler her yerde izlenmek, beğenilmek ve hep anılmak isterler.

·       Üstlendikleri bazı kurumlar, makamlar bile olsa oralarda, hep "kendilerini" öne çıkartarak bir artı değer kazanmaya çalışırlar.

·       Bugünün dijital olanaklarını, sosyal medyayı, basını en iyi nasıl kullanırım, en çok nasıl prim elde ederim, diye büyük gayret gösterirler.

·       Basın, yayın, TV şirketlerini kendi yanlarına çekmek ve kendileri için hizmet ettirmek çok önem verdikleri alandır.

·       Hep başarılı, hep neşeli, hep öz güvenli, hep öz verili, hep halkının yanında olan, hep sevilen KİŞİ olarak görülmek için tüm zamanını fotoğrafçıların yanında bile geçirebilirler.

·       Siyasetçiler olmadan ne kentler, ne de devlet yönetilir, diye düşünürler ve bunu çok önemserler.

·       Gerçekten de onlar olmadan siyaset olmaz, devlet ve toplum yönetilemez.

·       Devletin, toplumun, yönetilmesi için onlara gereksinim vardır.

·       Siyasetçilerin çok farklı siyasi görüşlerde olabilmesi ve farklı siyasi partileri olması bir zenginlik ve çoğulculuktur; çağdaş demokrasi için de bir ön koşuldur.

·       Partiler ve siyasetçiler seçilmek ve hizmet alabilmek için çalışırlar, çabalarlar; hep bir "yarış" içerisindedirler.

·       Siyasetçiler kendi partisine çok bağlı olduğunu, çok dürüst olduğunu, çok yetenekli olduğunu en öne çıkarmak ister.

·       Yanına yaklaşmak isteyen kişilerden de hep kendilerine bağlı olmalarını ve kendisine hizmet etmelerini, inanmalarını bekler.

·       Dünya işleri ile uğraşarak "öteki dünya" için de yararlı olacaklarını yaymağa çalışırlar.

·       Toplumda geçerli olan din, namus, ahlak v. b. konularda hep çok şey bilirler.

·       Toplumun zararına olan her şeye "karşı" durduklarını sık, sık açıklarlar.

·       Çok dürüst oldukları için de asla rüşvet almazlar, çıkar sağlamazlar, rüşvete karşı çıkarlar ve rüşvet alanları hiç sevmezler.

·       Onlara sorarsanız asla yalan söylemezler ve bunu da yine sık, sık dile getirirler.

·       Birisinin kendilerine bir "söz" söyleyecek olduğunda hemen "bana hakaret etti" diyerek bir savunma durumuna girebilir.

·       Her konuda çok "söz" verirler, seçmenlerin onlara inanmasını isterler.

·       Seçim konusu ise hep akıllarındadır, hedeflerindedir, kazanmak için çalışırlar.

·       Seçilip de bir yerlere geldiklerinde ise artık "her türlü hizmeti" verip, geldikleri yeri bir daha hiç yitirmemek için uğraşırlar.

·       Bir yerlere gelebildiklerinde onları "oraya getiren" güçleri, kişileri unutamazlar, onların etkisinden kurtulamazlar.

·       Toplumda yer edinmiş, değer kazanmış bazı insan modellerinden ise hiç hoşlanmazlar.

·       Bilim, felsefe, hukuk gibi konularda konuşmayı çok sevmezler; bu konuda zamanları da pek yoktur.

·       Halkın kendilerini çok sevdiğini, çok beğendiğini yayacak çalışmalar yaparlar.

·       Ünlü olmak, gazetelerde görünmek, haberlerde konu olmak, TV'lere çıkmak çok istedikleri "şey"dir.

·       Kendileri kabul etmeseler bile en önemli özellikleri ise, hep "BEN" merkezci olmalarıdır.

·       Üzerinde çalıştıkları alanların çok değerli ve önemli olduğunu, kendisinin bu konuların uzmanı olduklarını hep vurgularlar.

·       Panolarda, afişlerde "ad"larının yazılı olmasını ve böylelikle de halkın gözünde çok tanınan kişi olmak isterler.

·       Yaptıkları işlerin aslında çok "zor" olduğunu çok iyi bilirler.

·       Bir tutku halinde "siyaset"e bağlıdırlar, bağımlıdırlar.

·       Kendi partilerinde, kendi arkadaşları arasında da bir yarışma durumu içerisindedirler.

·       En çok hangi bölgelerde, hangi konularda, hangi alanlarda ses getirebilecek ise oralarda gözükmeye ve "haber" olmaya çalışırlar, hem de her gün…

·       Kendileri asla kabul etmese de birçok siyasetçi açık ya da gizli bazı güç odaklarının, bazı etki gruplarının çıkarlarına çalışabilirler.

·       Siyasetçi olmak kötü bir şey asla değildir, bu bir seçenek işidir.

·       Önemli olan ise devlet yönetiminde var olan rejimin çağdaş bir demokratik bir hukuk devleti olmasıdır.

·       Olmadığı durumlarda ise her yönde ve her zaman sorunlar çıkar.

·       Bu nedenle de kişilerin tek, tek ne oldukları, onların bireysel özellikleri değil ülkenin içinde bulunduğu devlet yönetim modeli önemlidir, belirleyicidir.

.      Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 2022.05.24, MŞ.


15 Mayıs 2022 Pazar

Dünya İklim Günü Denilince

 . Dünya İklim Günü Denilince:

Şunu tüm dünya kabul etmiş durumda:

-“Çağımızın en belirleyici sorunu iklim değişikliğidir.

Doğrudan yaşamımıza yönelik bir tehditle karşı karşıyayız.

İklim değişikliği bizden daha hızlı ilerliyor.

Gerekli önlemleri hemen almazsak, geri dönüşü olmayan bir yola gireriz.

Bunun sonuçları da hem doğa, hem de insanlık için yıkıcı olacaktır.”

Peki, tamam da iklim değişikliğinin, küresel ısınmanın suçlusu ben miyim? 

Dünyanın doğal dengesinin ve iklim düzeninin son 100 yıldır gittikçe artan bir biçimde insan eliyle bozuluyor olduğunu artık herkes biliyor.

Yaklaşık yüz elli yıldır “ortalama hava sıcaklığı” sürekli artıyor (~1,5 derece).

Deniz düzeyleri sürekli yükseliyor (~25 cm). 

Çevre konusundaki verilen mesajlar insanların “kişisel” davranışlarını değiştirmesini söylüyor.

Bu istem tam doğru değil ve de tam bir kandırmacadır.

İklim değişikliğine esas “küçük” ama çok, çok güçlü bir “kesim” neden oluyor.

Dünya üzerinde CO2 salımının çok büyük bir bölümüne zenginler neden oluyor.

İklim değişikliği ile ilgili sorunlardan bu söz konusu “küçücük bölüm” hem “yalıtılmış” durumda hem de bunlara karşı son derece “kayıtsız”.

%1 ila %99 arasındaki fark %0,1 ile %1 arasındaki boşluktan çok daha küçük.

Örneğin Afrika, dünyadaki 195 ülkenin dörtte birinden fazlası olan 54 ülkeye sahiptir.

Dünya insan nüfusunun altıda birinden çoğu olan 1,3 milyar insanın ev sahibi.

Dünya insan nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturmasına rağmen, dünyanın sera gazı salımının yüzde dördünden daha azından sorumlu olan Afrika’dır.

İnsan yapımı küresel ısınmanın sonuçları Afrika’lıları adaletsiz bir yaşamda acı çekmekten kurtarmıyor.

İklim değişikliği nedeniyle Afrika’nın başına gelecek en kötü şey kıtadaki yegâne buzullar olan, Tanzanya’daki Kilimanjaro Dağı, Uganda’daki Rwenzori Dağları ve Kenya’daki Kenya Sıradağlarının buzullarını kaybedeceği değil, daha da fazlası olacakmış:

-“Aşırı hava olayları, yükselen deniz seviyeleri, iktisadî yıkım ve daha da çoğu” olacak.

Kapitalist bir dünyada yaşadığımız için çekilen acılar, ıstırap orantısız bir şekilde yoksullara düşmekte...

Bu noktada çeşitli alanlardaki bilim insanları büyük ölçüde ayni görüşte.

İnsanlığın tükenişini önlemek için bazı şeylerin değişmesi gerektiğini her yerde söylüyorlar.

Siz ne derseniz deyin, “Kapitalist” güçler, en düşük maliyetle üretimi hedefliyor.

Tüketimlerini özendirmek için ise israf ve yıkıma doğru bir eğilim gösteriyor.

En “düşük maliyetle” en “yüksek verim” elde etmek için ise “enerji” gerekir.

Eğer kısıtlamalar ve engeller getirilmez ise çoğu zaman doğayı kirleten ve iklim değişikliğini olumsuz etkileyen  kömür gibi ‘kirli’ enerji türlerini kullanırlar.

Sorun aslında “yapısal ve sistematiktir”.

İklim bozukluklarının arkasında “suçlu” diye tanımlanabilecek hiçbir birey ya da birey grubu yoktur.

Neoliberal sistemde var olan “teşvik” sisteminde herkes kendi çıkarına göre davranıyor.

Zaman içerisinde “birikimsel” olarak iklim değişikliğini olumsuz “şiddetlendiren” toplumsal davranışlar ortaya çıkıyor.

Bir işletme çevresel olumsuzlukları azaltmak için daha pahalı bir enerji türü kullanmaya kalksa üretim maliyetleri yükselecek, satışları düşecek.

Bu nedenle bu yola girmeden, çevreyi “koruyucu önlemleri” ve “yatırımları” yapmadan üretimine devam etmek istiyor.

Bir anlamda bir kısır döngü gözlemlenir.

Örneğin:

-Sıcak havalarda klimayı satın alabilen ve onu istediği gibi kullanabilen insan gezegenin iklimine olumsuz etkide bulunuyor.

Hepimiz hem suçluyuz, hem de değiliz.

Çoğu insanın günlük yaşamda küçük değişiklikler yaparak iklimi düzeltmesinin olasılığı ise kesinlikle yok.

Belki insan kendi yaşam tarzında daha olumlu değişikliklere gidilebilirse vicdanını rahatlatabilir; ama bunun genelde “toplama etkisi” çok, çok az olacaktır.

Kapitalizmin, endüstrinin getirdiği olumsuz etkiler ise başlıca kategorileri oluşturur.

İnsanın gücünü arttırmak için su ve hayvan gücünü kullanan on sekizinci yüzyıl tarımı çok az “sera gazı” yayıyordu.

İnsanlık zamanla fosil yakıt yakan teknolojileri bulup, geliştirip ona bağımlı olduğunda yeryüzünden taşküreden atmosfere doğru daha önce görülmemiş karbon transferi gerçekleşmeye başlamış.

Kömür, petrol ve gaz gibi hidrokarbon enerji depolanmalarının oluşması “iki yüz milyon” yıl sürdü.

Ama son dönem uygarlığını besleyen ve küresel GSYH (gayri safi yurt içi hasıla) büyümesini besleyen madencilik ve petrol pompalama oranlarını birkaç yüz yıl içinde tüketmiş olacağız.

Şu an insanlık fosil yakıtlarını doğanın onları ürettiğinden milyon kat daha hızlı bir biçimde kullanıyor.

Küresel ısınma, endüstrileşmiş devletlerin kapitalist bir sistemde insanlığı felakete doğru nasıl getirdiğini göstermektedir.

En gelişmiş ülkeler işte bu yüzden oraya ilk ulaşanlar oluyor.

Dünyadaki toplam “sera gazı salımı”nın çoğu, dünyanın “zengin ülkeleri”nden, temel olarak da OECD üyelerinden geliyor.

En fazla ekonomik etkinlik sahibi ülkeler iklim değişikliğinden “en çok sorumlu” olan ülkeler oluyor.

Sorun ekonomik etkinliklerin ürettiği “sera gaz”larından kaynaklanıyor.

Bu da Japonya’yı, Fransa’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Almanya ve Birleşik Krallık gibi sanayileşmiş Avrupa ülkelerini içeriyor.

Son dönemde ekonomik patlama yaşayan Çin, dünyanın en çok yıllık salım yapan ülkesi oldu. Çünkü iklimi, salımın ne zaman gerçekleştiğini pek umursamıyor.

Ülkelere göre kişi başına “karbon ayak izleri”ne bakıldığında ülkedeki ortalama bir bireyin ne kadar “karbon” saldığını tespit edebiliyorlar.

Bu durumda “varlıklı devletler” düzenli olarak listenin “üst” sıralarında yer alıyor.

Örneğin 2011’de kişi başına salım açısından en üst sırada Lüksemburg, Birleşik Krallık, Amerika, Belçika ve Çek Cumhuriyeti imiş.

Ortalama bir Amerikalı’nın 1,3 Koreli, 7 Brezilyalı, 9 Pakistanlı, 35 Nijeryalı ve 52 Ugandalı ile oranda “karbon ayak izi”ne sahip olduğunu söyleyen bilim insanları var.

Zenginliği yansıtan ayni zamanda “tüketimi” yansıtıyor.

Hindistan’daki bir zengin insan, ortalama bir Amerikalı’ya benzer bir karbon ayak izine sahip olabiliyor.

Aslında sorunun temeli zengin insanlar...

Buna rağmen insanın kendini suçlu hissetmesi gerekmiyor.

Çünkü milyarderler sınıfının en küçük bir parçacığı dışında toplumsal-ekonomik düzende tek başına büyük değişiklikler yapma gücüne çok az kişi sahiptir.

1992’de “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ni imzalayıp iklim değişikliğini azaltmayı benimsemiş ve bunu yapmak zorunda olduklarını kabul etmiş olsalar bile henüz istenilen sonuca yaklaşılamadı.

Bunun nedeni ise yüksek kâr elde etmekten vaz geçemeyen endüstrilerin lobileri...

Gezegenin gidişini “fosil yakıt”lara “bağımlı” endüstri neden oluyor.

Petrol, kömür ve doğalgaz şirketleri de dahil olmak üzere fosil yakıt endüstrisinin gezegenin geleceğini “baltaladığını” söylüyorlar.

“Karbon salımını azaltma antlaşmaları”na imza atıyor ve bu konuda kararlılıklarını ilan ediyorlar, ama öte yandan lobicilik ve halkla ilişkiler kampanyaları yoluyla azaltma çabalarına sürekli olarak karşı çıkıyorlar.

Bu tür kampanyada, ABD Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği’nden Amerikan Petrol Enstitüsü ve Ulusal Kömür Birliği... gibi endüstri gruplarına kadar bir dizi önemli kuruluş sayılabilir.

Karbon salımını azaltmanın kendilerine getireceği kısıtlamalardan çekinen gruplar “halk, politika üreticileri ve anaakım medya arasında” inkâr ve şüpheciliği teşvik etmeye yönelik eylemlerde bulunabilmektedir.

Tutucu gruplar, gezegenin ısındığını kanıtlayan “tartışılmaz bilime” karşı şüphe yaymanın yanı sıra, insanlara “bireysel” davranışların daha “önemli” olduğuna “ikna” etmeye çalışıyor.

Endüstrilerinin olumsuz sonuçlarını halkın bilmesini “engellemeye” çalışmaktalar.

İklim değişikliğine neden olan sistematik sorunları gizleyip kendi çıkar-kar-kazanç düzenlerine devam etmek istiyorlar.

Tüm bunları izlemek, araştırmak ve saptamak kendi başına büyük çabalar ve uğraşılar gerektiriyor.

Konu ve etki alanları o denli geniş ki birçok bilim insanı devamlı inceliyor ve görüşlerini yansıtıyor.

Ayrıca dünya basınının eleştirel bakan temsilcileri de bu konuda haberler yapıyorlar.

Sorunun kapitalizm olduğunu kabul etmek ve siyasi çözümlerin bulunmasının gereğini anlamak kaçınılmaz olmaktadır.

Bireylerin vicdanlarına “yüklenmek değil”dir esas çözüm.

Yükümlülükler sistematik olarak artırmak ve olumlu değişiklikleri sağlatmaktır.

Zor gibi gözükse de asıl yapılması gereken politik bir kararlılık almak ve bu bozulmaya izin veren güçlere ve yapılara karşı durabilmektir.

1960’larda ve 1970’lerde insanlık doğayı korumak ve çevre için adımlar atmaya başladı ise de sermaye çıkar grupları ve iktisadî korkuları ne yazık ki gezegeni koruma duyarlılıkları olanlara karşı üstün gelmektedir.

İnsanların, insanlığın geleceğini, doğayı tehdit eden güçlerin farkına varmaları gerekmektedir.

Seçkinler kitleleri manipüle etmekten sorumlu olsa bile, politik tercihleriyle milyonlarca sıradan insanın suç ortağı “olmadığı” anlamına gelmez.

Ülkenin ve dünyanın ana sorunlarının ayırtında olup kimlere, neden, hangi gerekçeler ile oy verdiğini yurttaşların çok iyi bilmesi gerekir.

Çok boyutlu ve üzerinde çok tartışılan bu konu gezegenizimi ve insanlığı en yakından ve temelden ilgilendirmektedir.

Bizler, sıradan yurttaşlar çok fazla bilimsel bilgilere sahip olamayız ama şunu çok iyi kavramış olmalıyız.

Bize bireysel olarak bazı önlemler alabileceğimiz ve böylelikle de küresel ısınmayı engelleyeceğimiz söylendiğinde bunun bir “aldatmaca” olduğunu hemen anlamalıyız.

15 mayıs “Dünya İklim Günü” nedeni ile söylenilen sözler, verilen öğütler sıradan yurttaşlara değil “endüstrinin hızla ilerlediği iş dallarına” ve onların arkasındaki “egemen güçlere” yönelik olmalıdır.

Sağlıklı bir gezegende ve sağlıklı bir ülkede yaşayabilmek için sağlıklı düşünebilmek ve “sağ duyulu” kararlar verebilmek gerekir.

Boş laflara, kandırmacalara, şirinliklere, partizanlıklara değil “sağlıklı politik çözümlere” yönelenlere taraf olmak ve onları desteklemek bize düşendir.

Üzerimize oynanılan algı-zihin yönetimlerine, programlarına karşı uyanık olarak “özgür irade”sini koruyabilen “bilinçli yurttaş”lar hem kendi toplumlarının, hem de gezegenin kurtulmasına katkılarda bulunacaktır.

Doğruyu bulmak ve doğru yoldan ayrılmamak dileklerimle...

.  Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 15.05.2022

8 Mayıs 2022 Pazar

ANNELERİ ANIYORUZ

 . ANNELERİ ANIYORUZ      

Mayısın ikinci pazarı olan bugün hemen, hemen tüm dünyada "Anneler Günü" adıyla anılıyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nde bir genç kız olan Anna Marie Jarvis Anneler Günü'nü başlatan kişidir.

Anna Jarvis, ABD’li bir bakanın oğlu George Jarvis ile papazın kızı Ann Maria Reeves çiftinin kızı olarak doğmuş.

Doğduğu 1864 yılında “Birleşik Devletler” güçleriyle “Konfederasyon Birlikleri” savaş halindeymiş.

Kölelik, feodal düzen ve imtiyazlarının sınırlandırılmasına karşı çıkan Konfederasyon güçleri, aralarında Abraham Lincoln’ün de bulunduğu Birleşik Devletler’e karşı çok çetin bir mücadele içine girişmiş.

Yüz binlerce insan bu iç savaş sırasında ölmüş.

Milyonlarca insan ise yaşadığı bölgeden ya sürülmüş ya da göç etmek zorunda kalmış.

Anna Jarvis’in annesi Ann Maria Reeves ülkedeki bu durumu içselleştirip, toplumun yararına olacak çeşitli etkenlikler, yardımlar düzenliyordu.

Savaşta yaralanmış askerlerin yardımına koşuyor, salgın hastalıklar içine düşen toplumun tedavisi için yardım topluyordu.

Bunlara rağmen 11 kez anne olmuş. 7 çocuğu henüz çocukken hastalık ve nedenlerden dolayı yaşamını yitirmiş.

Anna Jarvis ise, Ann Reeves’in dokuzuncu çocuğuymuş.

Ann Reeves yine de oldukça etken olarak toplumda yardımlar düzenlemiş.

Bu arada babasının görev yaptığı kilisede halka söyleşiler düzenliyor, toplumu bir araya getirmeyi başarıyordu.

Bir gün kilise kürsüsünden halka seslenen anne Reeves, “Umuyorum ve dua ediyorum bir gün birileri, yaşamın her alanındaki hizmetlerinden dolayı annelere için bir Anneler Gününü başlatacaktır” diye konuştu.

Onun bu konuşmalarında yanında bulunan kızı Anna Jarvis de çok etkilenmişti.

Kızını Virginia’daki Augusta Kadın Ruhban Okulu’na (Günümüzdeki Mary Baldwin Üniversitesi) gönderen anne iki yıllık eğitim sürecinde ona büyük destek oldu.

Kızı eğitimini tamamlayıp annesiyle babasının yanına öğretmen olarak geri döndü.

Dedesinin kilisesine de üye olarak sivil toplum çalışmalarında yer aldı.

Anna Jarvis sonraları amcasının da yönlendirmeleriyle George Eyaleti’ndeki bir bankada; daha sonra Philadelphia’daki bir ajansta editör olarak çalıştı.

Kardeşinin kurduğu şirkete de hissedar oldu. Kariyer basamaklarını hızla tırmandı.

Annesi de kızının gelişiminden ötürü gurur duyuyordu.

Kızına yazdığı mektuplarda bu sevincini anlatıyordu.

Anna Jarvis, uzun süre boyunca ailesinden uzakta; Philadelphia Eyaleti’nde çalışmaya devam etti.

Babası 1902 yılında ölünce annesinin yanına geri döndü.1905 yılına kadar onun bakımıyla ilgilendi.

Ann Reeves’in ölümü kızını oldukça kötü etkiledi, hep annesini düşünüyordu.

Jarvis küçükken annesinin yaptığı konuşmayı hep anımsadı.

Bir yıl sonra yakın dostlarını davet etti ve annesi için bir anma töreni düzenledi.

Arkadaşlarıyla mayıs ayının ikinci haftasının “Anneler Günü” olarak anılmasını konuştular.

Çevresindekiler bu anlamlı töreni beğeniyorlar ve her yere yayılmasını öneriyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyasetçilere, tanınmış kişilere mektuplar gönderdi ve mayıs ayının ikinci pazar gününün “Anneler Günü” olarak anılmasını ama bu etkinliklerin hiçbir ticari amaç güdülmeden düzenlenmesini istiyordu.
Daha sonra ABD Başkanı Woodraw Wilson, 1914 yılında bu günü resmen kabul etti.

İlk  yıllarda Jarvis’in hayalindeki bir anma günü olarak geçiriliyordu. O gün çocuklar ve anneler beyaz kıyafetleriyle kiliselere veya diğer ziyaretlere gidiyor, annelere beyaz karanfiller armağan ediliyordu.

1920 yıllarına gelindiğinde ise bu anma günü gittikçe ticarileşmeye başladı.

Anneler günü için özel kartlar, şekerlemeler, armağanlar piyasaya sürüldü.

Anna Jarvis çok şaşırtan ve üzen bu gelişmeye karşı girişimlerde bulundu ise de çok da tepki aldı.

“Annelerinize basılı kart armağan etmeniz, sizin yazı yazamayacak kadar tembel olduğunuzu gösterir. Annenize bir kutu şekerleme verip, şekerlerin çoğunu yemeniz gibi... Oh ne güzel!” diyen Anna Jarvis’ten bahsederken gazeteler “Deli” tanımını kullanabiliyordu.
Anna Jarvis baskılara dayanamayarak geri çekildi ve “Anneler Günü”nü başlattığı için yaşamı boyunca pişmanlık duydu.

Philadelphia’ya, kardeşinin yanına gitti.

Amansız bir hastalığa yakalanınca hastaneye kaldırıldı ve 24 Kasım 1948’de gözlerini yumdu.

Görüldüğü gibi üzerinde çok konuşulabilecek sıcak, içten duygular ve mücadeleci bir yaşam öyküsü...

Türkiye ise Anneler Günü’nü 1955 yılından bu yana kutlamaktadır.

Annelerin sayılıp, sevildiği ve anımsandığı bugün tüm dünyada "çok yoğun" bir biçimde kutlanıyor.
Son yıllarda daha çok bir "tüketim" toplumunun bir özelliği ve "pazarlamacılık tuzakları"yla dolu olsa da biz kendimize dikkat edip, özenli davranmalıyız.
Yanında annesi olanlar, annesine ulaşabilenler, onlara saygı ve sevgi gösterebilenler "özellikle" çok mutlu olmalılar ve annelerinin değerini bilmeliler.
Annesi artık bu dünyada olmayanlar ise yine annelerini düşünsünler, onu ansınlar, güzel duygular yaşasınlar.
Annesini hiç görmemiş olanlar, annesi ile yaşayamamış olanlar ise içlerinde burukluk duysalar bile yakınlarındaki en sevdiği bir "anneye" annesi gibi görsünler.

Ben bugün özellikle, "bazı anneleri" daha da çok düşünüyorum:
- Çocuğunu çok küçük yaşta yitiren ve onlara doyamayan, onları hiç unutamayan anneler...

- Elleriyle, sevgiyle büyütüp, belki de yoksulluk günlerinde büyük fedakarlılıklarla bir delikanlı olarak gurur duyduğu oğlunun "şehit" haberi ile yanan, yıkılan, onları asla unutamayan anneler...
- Çocuğunun kendinden kopup gittiğini gören, ona bir türlü ulaşamayan anneler...
- Büyük umutlarla, özlemli yarınlar için büyüttüğü çocuğunu "bir kazada" yitiren anneler...
- Çocuğunun "doğru yoldan" kaydığını ve ne yazık ki "sorunlu" bir insan olduğunu görüp de acı ile ona "yardım edemeyen" anneler...
- Çocuğunu dünyaya getirmiş olsa bile, ona bakacak koşulu olmayan ve çocuğunu "yetiştirme yurtlarına", "çocuk esirgeme kurumu gözetimine" veren anneler...
- Aldığı bir ceza nedeni ile hapislere düşmüş olan ve küçük yavrusunu oralarda bakmak zorunda kalan anneler..
- Çocuğunu yitiren, ondan hiç bir şekilde haber alamayan "kayıp "anneleri...
- Çocuğu tarafından takdir görmeyen, azarlanan, hor görülen, aşağılan görülen anneler...
- Çocuğunu, her ne nedenle olursa olsun başkalarına evlatlık" verenler...

- Çocuğuna sarılamayan, sevgi ile kucaklayamayan, ona ulaşamayan anneler...

- Gurbette çocuğu olan anneler...
- Çocuk özlemi ile yanıp, tutuşmuş "çocuksuz" kadınlar...
- Ne oldu ise oldu, ama bir türlü "anne" olamayan kadınlar...
Özellikle bu "annelerimiz" için çok daha sevgi ve saygı duymalıyız; onların duygularını anlamağa çalışmalıyız.

Anneler gününde onların hangi duygularla dolu olduklarını hiç unutmadan bu günü değerlendirmeliyiz.

Annelerimize özellikle küçük armağanlar, kendi ellerimizle yaptığımız armağanlar sunabiliriz...

 “Anneler Günü” için en güzel anma, en güzel armağan "hayırlı" bir insan, hayırlı bir "evlat" olabilmektir.

Bu duruma gelmek için her zaman çabalamalıyız, iyi insan, iyi evlat olabilmeliyiz.

Bir annenin çocuğu ile "gurur" duyabilmesi ne kadar güzel...

Bir anneye verilebilecek en büyük armağan aslında budur.

Beni duyan, "beni bilen" annelere, genç olsun, yaşlı olsun tüm annelere sevgi dolu, saygı dolu, daha nice hayırlı "Anneler Günü" diliyorum.

Ben tüm yaşamımda annelerin "tarafında" oldum; onları anlamaya ve yardımcı olmaya çalıştım.

Bugün ben de "annem" yanımda olsun isterdim...
Böyle bir annem olduğu için de hep sevindim, mutlu oldum, onunla hep gurur duydum.

Şu an, hep onu "yaşıyorum" ruhumda ve içimde...

Anneciğim, seni çok özlüyorum...

.  Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 08.05.2022


7 Mayıs 2022 Cumartesi

Türkiye’deki Mülteciler ve Sığınmacılar

.   Türkiye’deki Mülteciler ve Sığınmacılar

.   Dünya genelinde çok önemli ve sorunlu bir konu olan göç, düzensiz göç, mültecilik, sığınmacılık... konusu ve ortaya çıkardığı sorunlar birçok ülkeyi etkilediği gibi Türkiye’yi de çok yakından etkilemektedir.

§        Son günlerde birden çok daha artan haber kaynakları ile gündeme yeniden gelmiştir.

§        Türkiye Cumhuriyeti üzerine düşen yasal sorumlulukları yerine getirmeğe çalışır gibi gözükse de ortada pek de anlaşılamayan, karışık bir yapılaşma gözlemlenmektedir.

§        Türkiye yurttaşlarında son gelişmelerden ve ortaya çıkan toplumsal bozuk yapılaşmalardan duyulan bir huzursuzluk olduğunu söyleyebiliriz.

§        Dışarıdan gelip şu an Türkiye’de yaşayan mülteciler konusunda çok büyük bilgi eksikliği de vardır.

§        Konu her şeyden önce siyasi ve hukuksal yönü ile incelenmelidir.

§        Toplumdaki huzursuzluğun artması, kışkırtmalara yol açılması çok daha ileri boyutta olumsuzluklara neden olabilir.

§        Bunları göz önünde bulundurarak çok daha hızlı, akılcı ve yasal çözümlere, politik kararlara gitmek büyük yarar getirecektir.

§        Çok dışarıdan bakıldığında toplumun toplam nüfusununun kendi içinde çeşitliliği, demografik yapısı ve özellikleri gün geçtikçe çok daha karışıklık göstermektedir.

§        “Yabancı” unsurların hızla artıyor olması ile geleneksel demografik yapının bozulduğu göz önüne çıkmaktadır.

§        “Mülteci olarak gelenlere çok çeşitli hakların tanınması ve onlara hızla, denetimsiz bir biçimde yurttaşlık kazandırılması... gibi söylentiler halk arsasında hızla yayılmaktadır.

§        Tüm bunların ne denli haklı, doğru ve gerçek olduğu ise sıradan yurttaşlarca bilinmesi zor olan bir konudur.

§        Ayrıca kurgusal olarak düşünenlerce de sanki dışarılardan bir toplum mühendisliği uygulanmakta ve o güçlerin kendilerince ortaya koydukları hedefe doğru bir gidiş olduğu... söylenmektedir.

§        Kısaca söylersek “mülteci, sığınmacı” .... konusu ülke gerçekleri içerisinde hızla hassas ve önemli bir konu olmaktadır.

§        Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok daha açık ve kararlı, akılcı politikalar ile sorunları çözmeye yönelmelidir.

§        ÇAĞDAŞ bir HUKUK DEVLETİ anayasanın tanıdığı haklar ve yüklediği sorumluluklar çerçevesinde oluşan yasalarla yönetilir.

§        5901 sayılı, 29/5/2009 tarihli TÜRK VATANDAŞLIĞI KANUNU yürürlüktedir.

§        Türkiye Cumhuriyeti'nin yasal sınırları bellidir ve devletin denetimi ve korunması altındadır.

§        Ülkenin sınırlarından denetimsiz geçmek kabul edilemez.

§        Kaçak ve izinsiz yollarla sınırı geçip Türkiye Cumhuriyeti'ne giren her kişinin saptanması, denetlenmesi ve hakkında yasal işlemlerin yapılması gerekir.

§        Sığınmacı ilticacı mülteci hakları uluslar arası anlaşmalarla belirlenmiştir.

§        Uluslar arası sözleşmeler mülteciler konusunda ülkelere çeşitli zorunluluklar getiriyor.

§        Uluslar arası hukuk ile mültecilere dair uluslararası sözleşme ve mutabakatlara göre, kendilerini güvende hissetmeyen, savaş ve benzeri korkular nedeniyle ülkelerini terk eden her insan başka bir ülkeye sığınma hakkına sahip bulunuyor.

§        Bu kişilerin, geldikleri ülke makamlarına kendilerini tanıttıktan sonra iltica ya da sığınma başvurusunda bulunarak "mülteci" statüsü kazanma hakları mevcut.

§        Bu sözleşmelere taraf devletler, ülkelerine gelen kişilere bu imkanı sağlayacak yapıları oluşturma yükümlülüğünde.

§        1951 Mülteci Sözleşmesi ve 1967 Mültecilerin Statüsüne Dair Protokol’ün koruyucusu olarak hizmet veren Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine (BMMYK) göre, mültecilerin korunması devletlerin birincil sorumluluğunda.

§        1951 Sözleşmesi’ni imzalayan ülkelerin sınırları içerisinde mültecileri koruma ve onlara uluslararası standartlara uygun şekilde davranma zorunluluğu bulunuyor.

§        İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesinde de "Herkes zulüm karşısında başka ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma hakkından yararlanma hakkına sahiptir." ibaresi yer alıyor.

§        Ortak iltica sistemine göre, "süreçlerin adil ve etkili" olması ve "suistimale açık olmaması" gerekiyor.

§        AB ülkelerinin iltica talebinde bulunanları "onurlu bir şekilde" kabul etme sorumluluğu bulunurken, tüm iltica taleplerinin ülkelerce "aynı standartlarla" ele alınması zorunlu tutuluyor.

§        AB kanunlarınca "İltica talebinde bulunan kişilere, kalacak yer gibi, insani karşılama koşulları sağlanması" zorunlu tutulurken, "Söz konusu kişilerin temel haklarına tam olarak saygı gösterilmeli." ifadesi kullanılıyor.

§        Öte yandan, sıklıkla tartışmalara konu olan ve AB'nin göç politikasının bel kemiğini oluşturan 2003 tarihli "Dublin Sözleşmesi" de uluslar arası koruma talep eden kişinin iltica sürecinin hangi üye ülkede başlatılması gerektiğini belirliyor.

§        "Dublin Sözleşmesi"nin 2013’teki son güncellenmiş haline göre, iltica talebinde bulunan kişinin sürecinin AB'ye ilk giriş yaptığı ülkede başlatılması gerekiyor.

§        Ancak AB, 2015'teki sığınmacı krizinin sınır ülkelerinde yarattığı baskı nedeniyle "Dublin Sözleşmesi"ni tam olarak uygulamıyor. Halihazırda üye ülkeler sözleşmeyi tekrar düzenlemeye çalışıyor.

§        Çatışma, şiddet ve zulüm sebebiyle zorla yerinden edilen kişilerin sayısı küresel çapta rekor düzeylere ulaşırken; Türkiye dünyada en fazla sayıda mülteciye ev sahipliği yapan ülke olmayı sürdürmüştür.

§        Türkiye, yaklaşık 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli mültecinin yanı sıra 320.000 kadar diğer uyruklardan UNHCR’nin ilgi alanına giren kişiye de ev sahipliği yapmaktadır. (BM Mülteci Örgütü)

§        Coğrafi sınırlandırmayı sürdürerek ve bu bağlamda Avrupa dışında gerçekleşen olaylardan dolayı Türkiye’ye gelmiş mülteciler için üçüncü ülkeye yerleştirmeyi en çok tercih edilen çözüm olarak koruyarak; 1951 Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’ne taraftır.

§        Yasal olarak Türkiye, uluslararası standartlara uygun etkin bir ulusal sığınma sistemi inşa edebilmek için yasal ve kurumsal reformlar gerçekleştirmektedir.

§        2013 Nisan ayında, Türkiye’nin ilk sığınma kanunu olan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından uygun bulunmuş ve 11 Nisan 2014’te yürürlüğe girmiştir.

§        Bu kanun, Türkiye’nin ulusal sığınma sisteminin temel dayanaklarını ortaya koyup; politika oluşturma ve Türkiye’deki tüm yabancılara ilişkin işlemlerden sorumlu olan başlıca kurum olarak “Göç İdaresi Genel Müdürlüğü”nü kurmuştur.

§        Türkiye aynı zamanda, Türkiye’de geçici koruma sağlanan kişilerin hakları, yükümlülükleri ve bu kişilere ilişkin prosedürleri ortaya koyan “Geçici Koruma Yönetmeliği”ni 22 Ekim 2014 tarihinde kabul etmiştir. 

§        T.C.İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı: “Şartlı Mülteci”: Avrupa ülkeleri “dışında” meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında verilen statüyü ifade eder.
Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir.
Türkiye, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesini, 1. maddesindeki mekân bakımından öngörülen seçme hakkını kullanarak “Coğrafi Kısıtlama” ile kabul etmiştir. Buna göre şartlı mülteci; Avrupa dışında meydana gelen olaylar nedeniyle, mülteci tanımındaki şartlara haiz olduğunu iddia ederek, üçüncü ülkelere iltica etmek üzere Türkiye’den uluslar arası koruma talebinde bulunan kişidir.

§        Düzensiz göç; bir ülkeye yasadışı giriş yapmak, bir ülkede yasadışı şekilde kalmak veya yasal yollarla girip yasal süresi içerisinde çıkmamak anlamına gelmektedir. Düzensiz göç hedef, transit ve kaynak ülkeler açısından ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Düzensiz göç; hedef ülkeler için ülkelerine yasadışı yollardan gelen veya yasal yollarla gelip yasal çıkış süreleri içerisinde çıkmayan kişileri kapsarken; kaynak ülke için ülkesini terk ederken gerekli prosedürlere uymayarak ülke sınırlarını geçen kişileri içerir. Transit ülkeler içinse; kaynak ülkelerden hedef ülkeye ulaşmak için yasal ya da yasal olmayan yollarla ülkeye girip bu ülkeyi bir geçiş ülkesi olarak kullanıp ülke sınırını terk eden kişilerdir.

§        Türkiye'nin Düzensiz Göçle Mücadelesi: Türkiye; Asya, Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesişim noktasında olması, politik ve ekonomik açıdan gelişmemiş devletlerle zengin Batı ülkelerinin arasında bir köprü niteliğinde bulunması itibariyle düzensiz göçmenler tarafından transit güzergâh olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, ülkemizin bölgesinde yükselen güç olması üçüncü ülke vatandaşlarının Türkiye’yi transit ülke konumundan çıkarıp hedef ülke konumuna taşımıştır. Bunlarla birlikte Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlarda yıllardır süregelen çalkantılar Türkiye’ye kitlesel akınlara yol açmış, tarihsel bağları ve sorumluluk anlayışıyla ülkemiz zor durumda bulunan bu sığınmacılara kucak açmıştır. 1980’lerden sonra Türkiye; sadece göç veren bir ülke değil göç alan bir ülke konumuna geçmiştir. Küreselleşmenin getirdiği iletişim ve seyahat özgürlüğü tüm dünyada göç hareketliliğinde artışa sebebiyet vermiş Türkiye de bu küreselleşme sürecinden derinden etkilenmiştir.
Tüm bu sebepler ülkemizin düzensiz göçle mücadele için stratejiler geliştirmesine, hukuksal reformlar yapmasına ve uluslar arası işbirlikleri geliştirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu kapsamda düzensiz göçle mücadele etkinliği artırmak amacıyla 15.07.2018 tarihinde yayımlanan 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Düzensiz Göçle Mücadele Dairesi kurulmuştur. Söz konusu kararname ile kurulan Dairenin görev alanı şu şekilde belirlenmiştir:

    1) Düzensiz göçle ilgili iş ve işlemleri yürütmek

    2) Düzensiz göçle mücadele edilebilmesi amacıyla kolluk birimleri ve ilgili kamu kurum ve kuruluşları arasında koordinasyonu sağlamak, tedbirler geliştirmek, alınan tedbirlerin uygulanmasını takip etmek

    3) Türkiye'nin taraf olduğu geri kabul anlaşmalarına ilişkin hükümleri yürütmek

    4) Genel Müdür tarafından verilen diğer görevleri yapmak

§        Düzensiz Göçle Mücadele Stratejileri: 2015 2018 yıllarını kapsayan Düzensiz Göçle Mücadele Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı ile ülkemizin düzensiz göçle mücadelesinde stratejik hedefler belirlenmiş ve hayata geçirilmesi amacıyla çalışmalar yürütülmüştür. Bu dönemin sona ermesiyle birlikte 2021-2025 yıllarını kapsayan Düzensiz Göçle Mücadele Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı hazırlanarak yürülüğe sokulmuştur. Bu eylem planı ile;
-Düzensiz Göçü Kaynağında Önlemeye Yönelik Ulusal ve Uluslararası Mekanizmalar ve İş Birliklerinin Güçlendirilmesi,
-Sınır Güvenliğinin Arttırılması ve Düzensiz Göçle Mücadele Alanında Tedbirler Geliştirilmesi
-Yabancı İş Gücü Göçünün Etkin ve Kapsamlı Politikalarla Yönetilmesi
-Düzensiz Göçmenlere İlişkin Ülke İçerisindeki İşlemlerin İnsan Hakları Odaklı Yürütülmesi, Hassas Durumdaki Düzensiz Göçmenlerin Korunmasına Yönelik Çalışmaların Artırılması ve Düzensiz Göçle Mücadelede Kanıta Dayalı Politikalar Üretilmesi
-Düzensiz Göçmenlerin İnsan Hakları Standartları Çerçevesinde Geri Gönderilmesi Sisteminin Güçlendirilmesi ve Yeniden Uyumlarının Sağlanması startejik öncelikleri belirlenmiş olup düzensiz göçle mücadele alanında görev alan tüm kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşlarının katkıları doğrultusunda bu stratejik önceliklerin hayata geçirilmesi hedeflenmektedir.

§        Ayrıca T.C.İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerinden şu konular incelenebilir: Gönüllü Geri Dönüş, Uluslar arası İşbirliği, Geri Kabul Anlaşmaları, Ülkemizde Düzensiz Göç İle İlgili Yasal Gelişmeler...

§        Sınır Dışı Etme: Sınır dışı etme süreci, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslar arası Koruma Kanununun(YUKK) Yabancılar başlıklı İkinci Kısmının Sınır Dışı Etme başlıklı Dördüncü Bölümünde, 52 ila 60 ıncı maddeleri arasında düzenlenmiştir.

§        Sınır Dışı Etme Kararı: YUKK’nun 54 üncü maddesinde düzenlenen sebepleri ihlal edenler hakkında uygulanır. Kanunun açık lafzı gereği bu karar sadece valiliklerce alınabilir. Sınır dışı etme kararının değerlendirme ve karar aşaması en fazla 48 saat sürer. (https://www.goc.gov.tr/sinir-disi-etme)

§        Ayrıca incelenmesi gereken alanlar şunlardır: Uluslararası Koruma, Geçici Koruma, İnsan Ticareti ile Mücadele, Uyum... (https://www.goc.gov.tr/)

§        Sığınmacı ve Mültecilere İlişkin Bazı Yasal ve Bilgilendirici Belgeler vardır:

Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme ve 1967 Protokolü

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950)

Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin 1954 Sözleşmesi

Vatansızlığın Azaltılmasına İlişkin 1961 Sözleşmesi

Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme, 1966

İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme, 1984

Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, Gayriinsanî veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’nin Seçmeli Protokolü

Çocuk Haklarına Dair Sözleşme

Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek Kara, Deniz ve Hava Yoluyla Göçmen Kaçakçılığına Karşı Protokol

Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu

§        Sağlıklı ve huzurlu bir toplum için ortada var olan sorunların zaman yitirmeden çözüme kavuşması gerekir.

§        Ülkede yaşayan insanları karşılıklı olarak birbirlerine ölçülü ve saygılı davranması beklenir.

§        Çok büyük hızla yayılan mülteci sorunun tüm yurttaşları huzura yönlendirecek biçimde çözüme kavuşmasını dilemeliyiz.

§        Barışçıl ve huzurlu bir dünya ve sağlıklı ilişkiler için umudumuzu yitirmemeliyiz.

.     Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 07.05.2022, Mff.

 

 

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/uluslararasi-sozlesmeler-multeciler-konusunda-ulkelere-nasil-zorunluluklar-getiriyor/1754073

https://www.unhcr.org/tr/turkiyedeki-multeciler-ve-siginmacilar

https://www.goc.gov.tr/sartli-multeci