27 Kasım 2023 Pazartesi

KALİTELİ VE DOĞRU DÜŞÜNCE

- KALİTELİ VE DOĞRU DÜŞÜNCE NASIL OLUŞUR?

. Herkes, “ayni şeyi” ayni düzeyde ve içerikte ve kalitede anlayabilir mi, kavrayabilir mi?
. “Kaliteli ve doğru DÜŞÜNCE”nin çok yararlı ve amaca uygun olduğunu bilip, hiç de kolay oluşmayacağını ve bunun için birçok koşulun ve çabanın gerekli olduğunu göreceğiz:
- Her bir insanın kendi genetik özelliklerine ve bağlamlarına uygun olarak doğumu ile edindiği zihinsel yetenekleri vardır.
Bu zihinsel yetenekler her insanın kendine göre özellikler taşıdığı içinde özeldir ve bireyseldir.
Yaşamla birlikte insan bu zihinsel yeteneklerini geliştirip, ileriye götürebilir; bazı yeteneklerini daha etken ve yüksek bir düzeye çıkarabilir.
Bunun için insanı genel özelliklerinden olan gözlemleme, deneyimleme çok işe yarar.
İnsan gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını ya da okuduklarını alıp içselleştirmek durumunda olduğunda nedenleri, sonuçları ve bunların arasındaki ilişkileri de birlikte irdelemek ve düşünmek durumunda kalabilir.
Bu da yine her bir bireyin o anki kendi durumuna, yetişme ve gelişmesine uygun olarak değerlendirilir.
Tüm edinilen bilgiler, veriler insanda, BEYNİNDE depolandığı gibi, işlenir, değerlendirilir ve yeniden kullanılacak bir duruma getirilir.
Birçok rastantısal ilişkilerle olabildiği gibi, bir sisten ve disiplin içerisinde de insanın kendisini yetiştirmesi, geliştirmesi olabilir.
Bu yükselme ile birlikte bireyin hem bilgisel, kültürel düzeyi yükselmiş olacağı gibi bunların bileşkesi sonucunda da “ENTELEKTÜEL” düzeyi oluşur ve olgunlaşır.
Çok daha iyi analizler, değerlendirmeler yapabilir ve bunların sonucunda da sağlıklı sentezlere, bileşkelere ulaşabilir.
Tüm bu oluşumlar, süreçler içerisinde de o kişinin dili, dil kültürsel olgunluğu ve sözcük dağarcığı da çok varsıllaşır ve genişler.
Bunların tümü BEYİNSEL oluşumlar ve iletişimler, etkileşimler içerisinde olur iken insanın düşünce yapısı ve kalitesi de bu duruma göre yön alır ve kendine “yeni bir düzey” oluşturur.
Analitik, sorgusal düşünme, eleştirel bakış açısı ile olayların ve kavramların ele alınması hem kişisel yeteneklere, zihinsel yapısına bağlı ise de o kişinin kendini nasıl ve ne yönde geliştirdiğine ve elde ettiği yoğunluğa ve çoğunluğa bağlıdır.
Düşünmek, düşünme işlevinde ilerlemek ve bunlardan fikirler, sonuçlar elde edebilmek insana özgü bir özellik ve yetenektir.
“DÜŞÜNMEK” nedir, diye ele aldığımızda bir şeyler üzerine, olaylar ve varlıklar, oluşumlar ... üzerine eğilmek ve bunların incelenmesini, karşılaştırılmasını yapmak, nedenlerini ve sonuç ilişkilerini aklına getirebilmek, zihninde oluşturabilmek, muhakemeler yapabilmek, göz önüne getirebilmek ve de bazı şeyleri çok daha önceden kestirebilmek, sezebilmek, tasarlayabilmek, temel kavramları ve özü bulup, ortaya koyabilmek... gibi tüm işlemler her adımıyla ve kendi içindeki tüm ilişkileri ve bağları ile “DÜŞÜNMEK” kavramı içerisinde yer alır.
Bunların tümüyle zihinsel ve düşünsel olması ise daha çok “soyut” kavram olarak ele alınmalıdır.
Düşünebilmek, az ya da çok ve kendi içindeki kalite farklılıklarıyla insan özgüdür ve temelde “doğumla birlikte” elde edilir ve zamanla da işlenilerek geliştirilir.
Düşünmek ayni zamanda izlenimlerden ve duyumlardan, deneylerden ayrı olarak insan aklının kendisine özgü ve bağımsız durumu olup, ayırma, birleştirme, karşılaştırmalar yapma, bağlantıları ve biçimleri kavrama, değerlendirme ve yerleştirme yetisidir.
Akıl, insanın doğuştan edindiği zihinsel bir etkenlik-çalışma alanıdır; insan zihninin en yüksek işlevlerindendir.
Düşünmeyi bir eylem olarak anladığımızda bu eylemin sonucu olarak “DÜŞÜNCE” elde edilir.
Düşünme ve düşünmenin birçok çeşidinden söz edebiliriz:
.... İstek dışı düşünme, istenilen düşünme, istenilmeyen düşünce, istekli düşünme, bilimsel düşünme, somut düşünce, kalıplaşmış düşünce, mantıksal düşünme, mantık dışı düşünce, otistik düşünce, kuşkucu düşünce... gibi birçok çeşitlerinin olduğunu görürüz.
Düşünme eylemi ve düşünceyle yakın ilişkisi olan birçok kavram vardır:
.... Öngörü, önsezi irade, muhakeme, basiret, zihin, akıl, zihinde canlandırma, zihinsel tasarım, hayal etme, zihinsel kurgulama, tahayyül etme...
Gözlerimiz kapalıyken -istemesek bile- aklımıza gelenler ya da aklımızdan geçenler… gözlerimiz açıkken farkında olmadan “aklımızdan geçen” olay ve nesneler ya da bunların değişik düzeydeki tasarımları; iş başında iken zihnimizde canlanan olaylar; dışarıya bakarken aklımızdan geçenler, beklenmedik bir şekilde gidip-gelen düşünceler “düşünme ve düşüncenin farklı şekilleri”dir.
Bunları “uyanık iken” gördüğümüz düşler sayabiliriz.
Uykuda düşlerimizde bir bilinç vardır ve düşlerimizde de düşünüyoruz.
Bunlar BİLİNÇALTI ile de doğrudan ilişkilidir.
Tüm düşler aslında birden çoklu düşünce zincirinin birbiri peşi sıra sıralanması gibidir.
Düşlerimizdeki düşünceler bizim öz denetimimiz altında değildir.
Normal koşullarda “düşünce süreci” çeşitli aşamalardan oluşur:
-Sorun ile karşılaşma, sorunun sınırlarını belirleme ve netleştirme, olası bir çözüm bulma, çözümü mantıksal olarak uygulama ve sonuçları elde etme... gibi değişik aşamalardan geçebilir.
Bir de daha gelişmiş bir düşünce vardır:
“Derinlemesine düşünme”:
- Açık fikirli olarak bakmak, önyargılardan uzak olmak, eleştirel olmak... gibi aşamaları içerir.
Bir ileri adım daha vardır:
- Kritik ve Analitik düşünce...
Analitik ve kritik düşünmeyi tanımlamak da kolay değildir.
Doğumla birlikte kazanılmış zihinsel yetenekleri kullanarak etken bir biçimde:
“Gözlem, deneyim, neden-sonuç ilişkisi kurma, işlevleri ve iletişim yoluyla toplanmış, edinilmiş bilgilerin “entelektüel-bilimsel” düzeyde ve de belirli bir disiplin içinde tanımlanması, değerlendirilmesi, kavramsallaştırılması, analiz edilmesi, karşılaştırılması, sentezlenmesi, yorumlanması ve sonuçta “uygulamaya geçilme” aşamasına gelinmesi olan uzun bir süreçtir.
Analitik ve kritik düşünme bir beceridir, bir eğitim ve disiplin işidir ve de bir tutum, bir davranış-uygulama biçimidir.
Akla uygun ve derinlemesine düşün(ebil)me “analitik ve kritik” düşünmedir ve bireyin karar verirken seçtiği bir yöntem ve süreçtir.
Zihnin derinlemesine düşünme ve yeniden yapılandırma gibi bilişsel pratikleri “içerdiği” göz önünde tutulursa analitik ve kritik düşünme “anlamlandırma ve problem çözme” gibi iki temel yeteneği gerektirir.
Bir durumla ya da sorunla karşılaşıldığında iki seçenek vardır:
Birincisi:
-Ne olursa olsun kabul etmek ya da kişisel kararımıza ulaşmak için biraz çaba sarf ederek sorular sormak, üzerine eğilmek, düşünmektir.
İkincisi:
-Analitik ve kritik düşünme:
İkinci seçeneği hedefler; analitik ve kritik düşünme doğru soruları sorabilmek, derinlemesine kavrayabilmeye çaba göstermektir.
. Çözümsel (analitik) ve eleştirel (kritik) düşünme :
Evet, sakince doğru soruları bulmak ve sormanın yararına, doğru sonuçlara ulaşmamız içindir.
Eleştirel (Kritik) sorular bir dürtü oluşturur ve eleştirel düşünce için yol gösterir.
Bizi doğru kararlar ve yargılar için, “daha iyi seçenekler” için yüreklendirir.
Bir okuma yaparken, bir film izlerken, bir tartışmayı- sohbeti dinlerken, alışveriş yaparken, insanlarla ilişkiler içinde iken, içimiz sıkıldığında, bunalıma düştüğümüzde, çözemediğimiz bir durum ile karşılaştığımızda... doğru soruları bulmalı ve sorabilmeli ve eleştirel ve analitik düşünebilmeliyiz.
BİLİŞSEL diye bilgi birikimini ve değişen tercihleri kullanarak alınan bilgiyi işleme yeteneğine diyoruz. (Bilişle ilgili, zekânın işleyişiyle ilgili, kognitif)
“ANALİTİK” çözümlemeye dayanan, çözümsel, çözümlemeli anlamına gelmektedir.
Eleştirel (kritik) ve çözümsel (analitik) düşünme bir bilişsel etkinliktir (aktivite).
Bunları yapabilmek için de insanın kendi “zihnini” kullanması gerekir.
Zihin ne anlama gelir ve kapsamı nedir?
ZİHİN sözcüğünün iki anlamı vardır: Bir şeyi anlama, idrak etme yetisidir. İkinci anlamı: Bellek, hafıza..
Zihin: İnsanda anlayış, kavrayış, algılama yetisidir.
Yaşantıları, öğrenilenleri, bunların geçmişle olan bağlantılarını bilinçli olarak kafada saklama gücü, bellek...
Zihin, anlama kabiliyeti ve idrak etme gücü demektir.
Bu sözcük aynı zamanda HAFIZA anlamında da kullanılır.
Zihin, olayları, olguları ve nesneleri tanımlama, idrak etme ve yorumlama gücüdür.
İnsanın düşünce yetisine zihin gücü de denir.
Analitik ve kritik düşünme psikoloji ve psikiyatrinin yakın ilgi alanı içinde yer almaktadır.
Bu anlamda da yine insanın kişisel gelişimine, entelektüel düzeyine, deneyimsel ve bilgisel donanımlarına doğrudan bağlıdır.
İnsan bu anlamda “seçme ve muhakeme etme, dikkat, kategorizasyon” işlevlerini tam bir eşgüdüm içinde kullanılmasına bağlıdır.
Görüldüğü gibi insana özgü ve ender bir yetenek olan düşünmek ve bunun sonucu oluşan DÜŞÜNCE çok önemli ve değerli özelliğimizdir.
Öte yandan her insan kendi yetenekleri ve özellikleri ile dünyaya gelir ve geçen zaman içerisinde kendini öğrenir, gelişir ve kişiliğini, kendini geliştirir.
Doğumla birlikte yaşadığı çevre, ailesi, mahallesi, gittiği okullar, arkadaşları, merakları, öğrenme duygusu, zaman harcadığı konular, yaptığı okumalar, öğrendikleri, birikimleri ve tüm kişisel donanımları sonucunda bir BİREYSEL DÜZEY oluşturur.
Beyinsel, zihinsel yetilerini kullanmayı öğrenirken onları da geliştirmiş olur.
Bu nedenle de kendini iyi yetiştirmiş bir insanın edindikleri, yaşama ve olaylara, sorunlara bakışı FARKLI olur; düşünmek işlevini nasıl yaptığına göre de ortaya çıkarabileceği düşünceler ona bağlı olarak kendisini gösterir.
Peki, tüm bunlar, bu gerçekler, bu oluşumlar NEDEN ÖNEMLİDİR, kimin için önemlidir, ne işe yarar?
-Her şeyden önce iyi bir insan olmaya yarar.
-Ardı sıra bilinçli ve duyarlı bir yurttaş olabilmesinde çok önemli bir görev üstlenir.
-Eleştirel, sorgulayıcı, çözümsel düşünebilen bir yurttaş, bir seçmen kendi üzerine oynanılacak oyunlara kanmaz, tuzaklara düşmez, kendini çok daha iyi koruyabilir.
-Gelişmiş bir beyin, yani işlenmiş bir zihin ve sistematik bir düşünme yöntemi kazanabilmiş bir insan siyasette dönen dolapları, yalanları, kandırmaları, algı-zihin programlarını çok daha iyi görüp, uzaklaşır ve kendini koruyabilir.
İşte tüm bunlardan dolayıdır ki geri kalmış ülkelerin, toplumların “kaderi, geldikleri durum” hep temelde düşünmeyi öğrenemeyecek bireylerinden dolayıdır.
Onların alacağı temel öğreti çok kısıtlı ve sınırlıdır.
Sosyo-ekonomik-kültürel olarak gelebilecekleri düzey son derece düşüktür.
Gelir düzeyleri de bunlara bağlı olarak çok düşüktür ve yaşamsal sorunlarla boğuşmak zorundadırlar.
Özellikle de hep “sıradan, kulaktan duyma ve boş konularla” uğraşırlar ve her zaman SÜRÜ etkisinde yaşarlar ve büyük yalanlara, reklam ve propagandaya çok çabuk kapılırlar.
Onların ülkenin temel sorunlarını görmeleri, algılamaları, üzerinde düşünüp, sağlıklı düşünceler üretebilmeleri nerede ise olanak dışıdır.
Böyle olunca da demeyeceğim, BÖYLE OLSUN DİYE, halkın en büyük kesimi “bu durumda kalsın diye” egemen güçler her şeyi ellerinde tutmak isterler ki o ülkeyi istedikleri gibi ele geçirip, sömürebilsinler.
Kitlelerin okul-öğretim yapıları, ülkenin ekonomi, finans, hukuk, iş gücü, tarım ve doğal kaynakları... hep kendilerince planlanıp, yönetilebilsin diye uzun yıllar planlar yapıp, uygularlar.
Günlük sorunlar, ortaya düşen gündemler, moda, müzik, sanat ve de basın-yayın, medya hepsi onların elindedir ve büyük kitleleri bunların aracılığı ile yönlendirirler.
Kendi işlerine yaratacak siyasi partileri, vakıf ve dernekleri kurdururlar, desteklerler ve öne çıkarırlar.
Her türlü büyük “propaganda” yöntemlerini uygulatıp, halkı her zaman “sıradanlaştırmaya ve de basitleştirmeye”, “yalanlara inanan ve düşünmeyen” bireyler haline getirmeye çalışırlar.
Peki, okuma ve donanım düzeyleri, öğrenimleri yüksek olan bireylerin, gelir düzeyleri çok yüksek olanların durumu nedir; onlar kötü düzene, geri kalmışlığa karşı ne yapabilirler, ya da neden hiç bir şey yapamazlar?
Çok becerikli, zeki ve donanımlı olanların büyük bir kesimini ise elde edebilmek için kullanacakları planları ve sundukları “hayır denilemeyecek” olanakları vardır.
Onlara iyi mevkiler ve iyi işler sunulur, oralarda her türlü çalışmaları yapmalarına olanak sağlanır, yeter ki sonuçta “kendi hedeflerine yönelik davranan” bireyler olabilsinler.
Aydınlar ise bu durumları görüp, anlayıp, bilgi donanımları yüksek bireyler olmalarına, hem de cesur ve atak olabileceklerine rağmen hep sıkıntı içindedirler ve dışa vurumsal, eylemsel bir şey yapmak isteseler bile ya sayıları çok çok azdır ve de genelde hep de bir “korku çekincesi” içindedirler.
Burjuva olabileceklerin sayıları ise tarihsel geçmişten dolayı çok azdır ve ne bir sanayi devrimi yaşanmıştır ne de köklü geniş burjuva ailelerine sahiptirler.
Onların elde edebildikleri “yatırımlar ve işletmelerin” temelinde “yabancı sermaye”den yararlanmak olduğu gibi iktidar sahiplerinin desteklemesi ve “kayırmalarıyla” güçlenmişlerdir.
Öte yandan özel yöntemler ve kuruluşlarla oluşturulan okullar aracılığı ile oradan seçilmiş yetenekli öğrencilere “dışarıda” olanaklar ve yetişmeler sağlanır ki bir gün yine çok başarılı bireyler olarak geri dönsünler ve iyi yerlere gelebilsinler.
Açık ya da gizli olarak “kendi ana hedeflerine” hizmet edebilir olsunlar.
Tam bağımsız ve özgür bir ulusal-kamusal eğitim ve bunun ana hedefleri ve amaçları, eğitimde birlik ve eğitimde herkes için eşitlik ve adalet ilkeleri çok önemlidir.
Bunların ucundan kıyısından dolaşılıp, ufak tefek adımları yücelterek ve çok önemli aksaklıkları görmemezlikten gelerek hiç bir yere varılmaz.
En temeldeki “okul öncesi öğretimi, temel zorunlu öğretim, çağcıl ve uygar, demokratik koşul ve ilkelerle, donanımlarla en başından yenilenip sağlanabiliyor mu?
Devlet “parasız yatılı okulları”, öğretmen okulları, meslek okulları, köy okulları en yararlı ve çağcıl koşullar içerinde yeniden kurulup, işlerlik kazandırılabiliyor mu?
Demokratik bir parlamenter, anayasal hukuk devletine, ATATÜRK devrimlerine ve ilkelerine koyduğu çağdaş, uygarlık hedeflerine uygun düşünebilen, bilimden ve güzel ahlaktan yana, öz güvenli bir öğretmen yetiştirme ve yerleştirme uygulamalarına dönebiliyor muyuz?
Her şeyden önce ülkedeki her bir yurttaşın “ortak bir düşünce ve bilinç” içerisine girip, “geri kalmışlıktan nasıl kurtulabiliriz”, diye düşünebilmesinin yollarını açabiliyor muyuz?
Hayallerle, masallarla, boş öğünmelerle ve yalanlarla donatılmış kafa yapılarından, boşa harcanan zihinsel güçlerden kurtulabiliyor muyuz?
Evet, tüm bunların ne denli zor ve olanak dışı gibi göründüğünü çok iyi anlıyorum.
Başka bir yol, başka bir sihirli çözüm ise yok!
Ya, okuyup araştırıp, inceleyip, eleştirel, sorgulayıcı ve çözümsel düşünmeyi, kendimizi geliştirmeyi öğreneceğiz ve çözüm yollarını, ana temel sorunları, ülkenin üzerine çökmüş ağırlıkları ve güçleri görmeye, gerçek durumu kavramaya yöneleceğiz, ya da böyle devam edip, sallana, sallana, güle oynaya devam edeceğiz.
Hiç olmazsa bugünün medyasının haberlerinin içinden sızan mafyalaşmaya, çeteleşmeye ve bunların nedenlerini, ardındaki evrensel güçleri görmeye çalışabilseler...
-Görseler ve anlasalar ne olacak?
-Ne yapabilirler ki, ne güçleri var ki...
Şu an kime, kimlere inanacaklarını bile yitirmiş, güvenini yitirmiş, umutlarını yitirmek üzere olan on milyonlarca çaresiz bir halk...
Yine de “sağlıklı durmaya, yıkılmamaya, ayakta kalmaya” çalışan, “kendini avutan, sessiz ve birbirine dayanmaya” çalışan çok geniş bir çaresiz halk kitlesi...
.  Mutlu azınlıklar yok mu?
Çook, bakın her yerde görebilirsiniz, sosyal medyada, çevrenizde, haberlerde, dizilerde, her yerde sorunsuz ve mutlu, neşeli huzurlu bir azınlık... görebilirsiniz.
Ben ne demeliyim şimdi?
“Allah hepimize akıl, fikir versin”... desem olur, değil mi?
İşte, “tam da bu” istek ve duaya bağlı her şey; o aklı kullanabilmek ve işleyebilmek, insana özgü geliştirebilmek....
.  İstenilirse oluyor...
. Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 26.11.2023
, Mff.     .


23 Kasım 2023 Perşembe

GERÇEK BİR “ÖĞRETMEN” OLABİLDİK Mİ?

 . - GERÇEK BİR “ÖĞRETMEN” OLABİLDİK Mİ?

.  "Öğretmen, Öğrenci ve Maarif"

.   Biz İYİ ve GERÇEK bir öğretmen olabildik mi?"

Bugün şöyle gerilere doğru bir baksak “kendimizi” bir “teraziye” yatırabilir miyiz?

Şöyle bir düşünelim:

Aile, anne baba kardeşler, mahalle, köy kent ve okul...

Peş peşe iç içe bizi saran tutan, var eden çevreler kişiler.

Doğduk, büyüdük, okullara gittik.

Sevdik, sevildik.

Dostlarımız oldu, arkadaşlarımız oldu.

Güldük, sevindik, üzüldük ağladık.

Birçok şeyden hiç de haberimiz yoktu belki de çocukluğumuzda, gençliğimizde.

Öyle çok da varsıl bir aile çocuğu da olamadık.

Ancak bir ailemiz ve kendimize yetecek denli bir şeyler vardı elimizde avucumuzda.

Okulda çok mu başarılı idik bilerek isteyerek?

Bunu bugün anımsamak çok da kolay olmayabilir.

Bir adım atarak devlet sınavlarında bulduk mu kendimizi?

kadar çocuğun içerisinden seçilip de devlet parasız yatılı okuluna girdiğimizde artık kendi yolumuza ilk adımımızı atmıştık.

Bir yatılı devlet okulu, bir öğretmen okulu kaç tane çocuğun hayali idi, hangi koşullarda bu okula gelmişlerdi?

Bazı çocuklarda gündüzlü olarak öğretmen okuluna yazılmışlar ve devam etmek için kendilerince mücadele vermişlerdi.

Bazı aileler çocuklarını paralı okullara kolejler göndermişlerdi.

Onların yolları ayrılmıştı.

Zaten o çocukları, eski sınıf arkadaşlarını bir daha pek de görememişlerdi.

Öğretmen okulunda kendilerine verilen mesleki performans her zaman hissedilirdi. Bizim ülkemiz, yoksul köylerimiz bizi bekliyordu.

Okuldan çıkınca bir genç öğretmen olarak yurdumun en ücra köşelerine bile gidebilecek ruh ve cesareti taşırdık.

.   Yaşımız daha 18...

Cebimizde hemen, hemen hiç bir şey yok.

Bir güven, bir istek, bir cesaret, koca bir yürek...

Hiç bir korku, hiç bir endişe yok.

Göğsümüzde öğretmen olmanın verdiği gurur ve iman düşerdik yollara.

Hem de yanımızda yakınımızda kimse olmadan.

Ailemiz, annemiz , babamız o kadar güvenirlerdi ki, çok iyi bilirlerdi onların yüzünü hiç bir zaman kara çıkarmazdık.

Birkaç kitap, birkaç eşya ve bir kullanılmış bavul devletin gönderdiği okula giderdi gencecik öğretmen.

Daha çocuk, çocuk ile genç arası...

Ama bir duruş bir sağlam duruş ki ondaki, sanırsın koca bir hayat deneyimi var kendinde..

Hiç bir acemilik, ezilmişlik, gariplik göstermeden hemen koyuldular o çocuklar o gittikleri köylerinin okullarında işlerine.

Hem çocuklara dersler verdiler, hem de onlara güzel ahlaklı, dürüst insan olmayı öğrettiler.

O köylerde neler yediler, nerelerde yattılar, birer odaları oldu mu kendilerine verilen?

çocuklar o gencecik bedenleri ve ruhlarıyla o gittikleri köylerin görünen sorunlarına eğildiler.

Köyü, köylüyü aydınlatmaya, onlara çözüm yollarını göstermeye çalıştılar.

İşleri sadece çocuk okutmak olmadı hiç bir zaman.

Zamanla başka okullara, başka kentlere çıktı tayinleri.

Çocuğu kendi ailesini kurdu.

Kendi çocukları oldu.

Bazıları daha da yüksek okullara gitmek istedi.

Bazıları başka mesleklere kaydılar, yeni meslekler edindiler.

Bazıları ise yine öğretmen olmak için okumaya devam etti.

O çocuklar, öğretmen okulunda öğrenci olan o çocuklar artık birer "öğretmen" olmuştu...

Kendilerine kendi öğretmenleri nasıl davrandı ise onu hiç unutmadılar.

Çok güzel bilgiler, çok güzel kişilik özellikleri kazandılar onlardan.

Her biri de kendi okulunda kendi öğrencisine en iyi bilgileri vermek istediler.

Güvenilen, vicdanlı ve güzel ahlaklı insan olmak istediler.

Asıl yapmaları gerekenin önce iyi bir insan olmak ve böylelikle de ancak bir “öğretmen” olunacağını kavramak oldu.

Bir okulunda memleketin her hangi bir sınıfta öğretmenlik yapmak değildi esas olan.

Bir öğretmenin öğretmen olabilmesi için gerekli olan en temel özellikler için, “olmazsa olmazlar” için yaşadılar.

Görevlerinin bilincinde bir öğretmen olmanın bilincinde yaşadılar, hem okulunda hem de okul dışında.

İyi bir öğretmen, az öğretmen, çok öğretmen, kötü öğretmen ve benzeri tanımlar ise bu meslek için aslında en baştan belirlenmesi gerekendir.

Dünyanın her yerinde birçok meslek vardır.

Bu meslekler için gereken eğitimler, öğretimler verilir.

Mesleklerin özellikleri ve koşulları da tabii ki çok farklıdır.

Mesleklerini iyi yapmayanlar başarılı olmayanlar, genelde önce kendilerine zarar verirler.

Öğretmenlik ise tüm meslekler içinde en farklı özellikleri olan ve de en “kutsal” olan meslektir.

Bu mesleği seçmiş olan ve bu mesleğin içinde olan kişi bir “öğretmen” olmalıdır her şeyden önce.

Bir öğretmenin özellikleri ne olması gerekir ise onları üzerinde taşımak zorundadır.

Eğer öğretmen olamayacak ise, kendi kişisel özellikleri buna uygun değilse, kimseye zarar vermeden ayrılıp, kendine "başka bir iş" bulmalıdır.

Birçok kişisel yanlışlıkları nedeni ile öğrencisine yanlış ve kötü davranan kişi artık bir öğretmen değildir.

O ancak öğretmenlik "işini" yapan birisidir ne yazık ki...

Onun bu meslekte tutulması çok yanlıştır.

Önce anne ve baba gelir bir çocuğun yaşamında en önemli olan.

Daha sonra anaokuluna gidiyor ise oradaki görevliler gelir.

İlkokul ise bir çocuğun yaşamının en önemli dönemidir.

İlkokul öğretmeni en önemli kişidir bir çocuk için.

Yaşamın kendisinden beklediklerini öğrenecektir çocuk burada.

Artık yanında öğretmeni olacaktır ona sevgiyi verecek, güzel ve doğru bilgiler öğretecek olan.

Çocuğun öğretmeni ona insan olmanın en güzel yönlerini öğretecektir.

Saygıyı, sevgiyi, kendine güvenmeyi, dürüst olmayı, acıma duygusunu, sevinmeyi, görev alabilmeyi ve değerler kavramını çocuğa “öğretmen”i öğretecektir ona.

Çocuk okula geldiğinde o öğretmene bir “emanet”tir.

Her şeyi ile çocuk o öğretmene “teslim” edilmiştir.

Devlet ve yasalar öğretmene bu “görev”i vermiştir.

Anne ve babası en adil bir biçimde davransın diye “güvenerek” çocuğunu bu öğretmene vermiştir,.

Şimdi sormak gerekecektir bu kişiye:

- Sen bir “öğretmen” olabildin mi?

- Kendini "gerçek" bir öğretmen olarak hazırladın mı?

- Vicdanın, bilgini kalbini ruhun ve davranışlarınla sen bir “öğretmen”misin?

- Genel tanımıyla “sen iyi bir öğretmen” misin?

Okulda çocukla, öğrenci ile karşı karşıya gelen her görevli her zaman kendine bu soruyu sormak ve kendini denetlemek zorundadır:

- Sen gerçek bir öğretmen olabildin mi?

- Hem bugün için, hem de "yarın için" öğrencine iyi davranıyor musun?

- Onu en adil bir biçimde yetiştirebiliyor musun?

- Ruhen ve bedenen ona iyi davranıyor musun?

- Dilin, elin, beynin ve de yüreğin bu çocuğun iyiliği ve iyi bir insan olması için çalışıyor mu?

Öğretmen önce kendi "vicdanıyla" baş başa olmalıdır.

En yüce mahkemeyi kendi "iç dünyasında" yapmalıdır.

Öğretmene verilen yetkiler hiç bir zaman çocuğa eziyet etmek, ona ruhen ve bedenen kötü davranmak hakkını vermez.

O küçücük çocuk ya da o gencecik insan eğer o öğretmenin bir öğrencisi ise her zaman ve her koşulda ona iyi davranmak zorundadır.

Öğrenci bir “yanlış” yapabilir, “görev”ini, “ödev”ini tam olarak yerine getiremeyebilir.

Bir öğretmene düşen ise tam da bu durumda öğrencisine “doğru” davranarak ona “iyi yolu” göstermektir.

Okul, öğretmen, öğrenci ilişkisi bir suç-ceza ilişkisine dönemez.

Ancak çağdaş ve doğru yöntemlerle doğru yol gösterilebilir, öğüt verilebilir.

Gerçek bir “öğretmen” olarak davranamamış kişiler, eğer öğrencilerine kötülük yapmışsa, yıllar da geçse unutulmaz.

O kişiler hem o çocukların gözünde hem de kendi öz vicdanlarında hep yargılanırlar.

Öğretmenlerin yanlış ve şiddete yönelik davranışları nedeni ile okuldan uzaklaşmış, okumayı bırakmış çocuklar olmuştur.

Bu ise çok üzücü bir durumdur.

Çok acıdır.

O çocuk yaşamı boyunca buna neden olan kişiye hep neler demiştir acaba?

Bir çocuğun, bir gencin yaşamı ile, onu kişiliği ile oynamaya, ona “zarar vermeye”, “eziyet etmeye” hiç kimsenin hakkı yoktur.

Bu nedenle bizler her zaman okullarımızda gerçek “öğretmen”lerin olmasına, hasta ve sapık ruhlu olanların olmamasına çalışmalıyız.

Çocuk haklarını, öğrenci haklarını tanımak ve onları kollamak zorundayız.

Eğer bizim vicdanımız varsa, bir kalp taşıyor isek, huzur içinde yaşayan iyi insan olmak istiyor isek, insan haklarına, hukukuna uymalı ve saygı göstermeliyiz.

Tabii ki her şeyin başında o küçük insanlara, çocukların haklarına sahip çıkmalıyız.

“İnsan onuru dokunulmazdır”, yücedir.

Buraya kadar çok şey söyledim, bir değerlendirme ve öneriler dizgisi yaptım.

Ama bir de işin başka yanı var tabii ki...

- Sen devlet olarak nasıl bir sistem nasıl bir yöntem kurmak istedin?

- Milli eğitimin, Türk maarif sisteminin yapısı ve durumu nedir, nasıldır?

Onlarca yıldır okullar yapıldı bu ülkede, bir sürü yüksek okul-üniversite açıldı.

Yeni, yeni yapılar ortaya çıktı.

Yeni kuruluşlar, şirketler, özel okullar, vakıflar yayıldı her bir yana...

Sanki bir sihirli el son yıllarda Türkiye’de parlak bir dönem (!) açtı.

Anneler babalar çocukları için en küçük yaşlarda bir cendere içerisinde buldular kendilerini.

Çocukları için her şeyin en iyisini istemeye başladılar.

Tüm çocuklar ve gençler yıllarca kurslara, dershanelere gönderildi.

Çuvalla paralar harcayan da oldu, üzülen de, sevinenler de...

Türk halkına bu işleri bir seçenek olarak sundular:

- "Devlet okullarına değil özel okullara gönderin!"

Türk maarifi, eğitim sistemi kökten yanlış yola girdi.

- Çocuklarımız nasıl bir eğitim almalıdır?

- Nasıl bir insan, nasıl bir Türk yurttaşı oluşturulmalıdır?

- Hangi ilkeler, hangi kurallar, hangi yöntemler bizim toplumumuzun geleceği için önemlidir?

- Çocuklarınız kimler tarafından okutulacaktır, onların öğretmenleri nasıl insanlar olacaktır?

- Öğretmenlerimiz nasıl yetiştirilecektir?

- Öğretmen yetiştirmede ana unsurlar neler olacak?

- Mesleğe “uyuşuk, yeteneksiz” kişiler girmesin diye neler yapılacak, hangi sınavlardan geçirilecek?

- Öğretmenin adil, vicdanlı ve “güzel ahlaklı” olması nasıl sağlanacaktır?

- Öğretmenin “saygınlığı” nasıl sağlanacaktır?

- Okullarımızın donanımı nasıl “çağdaş” bir modele kavuşmalıdır?

- Öğretmenin toplumdaki “sosyo ekonomik” konumu nasıl olacak?

- Onlara nasıl bir “aylık” vereceksiniz?

- Hali, vakti yerinde olmayanların çocuklarının gelecekleri için nasıl bir “şans eşitliği” sağlayacaksınız?

Türkiye insanının en iyi yetiştirilmesini isteyen bir sistemi hedefleyemeyen partilere, kişilere yer vermeyiniz, onlara destek vermeyiniz.

Siyasi partilerde bunu sorgulayınız.

- Üye olduğunuz siyasi partilerde yaptığınız çalışmalarda maarif konusunu sorgulayabiliyor musunuz?

- Türkiye insanının dünya ülkeleri içinde nerelere gelmesini istiyorlar mı, bunun için neler düşünüyorlar?

Türkiye insanının yetişmesini ciddiye almayan bir siyasi partiyi ciddiye almayınız.

Türkiye tarihine ve milli karakterine sahip çıkmalıyız.

Türkiye insanının kendi anadiline ve kültürüne sahip çıkan donanımlı insanlardan oluşmasını istemeliyiz.

Türkçe çok güçlü bir dildir.

Türkçe ile her şeyi anlatabiliriz, düşünüp, fikir geliştirebiliriz, bilim yapabiliriz.

İkinci dilleri öğrenmede en güçlü dildir Türkçe'miz.

- Milli eğitimin içerisinde Türkçe daha güçlü olarak yer almalıdır.

Bir Türk çocuğu doğumundan emekliliğine değin her zaman kendi anadiline, Türkçe’ye güvenmeli, sahip çıkmalı ve kendini bu alanda devamlı geliştirmelidir.

Diline sahip çıktıkça okuyan ve yazan insanlarımız olmalıdır.

Dün Çanakkale’de “yendik” dediğimiz emperyal güçler inanın hiç bir zaman uyumamışlardır.

Daha da yayılarak, güçlenerek "global güç" olarak yaşamın her yanına egemen olmuşlardır.

Bu güçlere karşı dayanabilmek için para, pul, silah, sanayi değil önce güçlü bir MİLLİ EĞİTİM gerekecektir.

Bunu sağladığımızda zaten çocuklarımız kendi ülkelerinin kalkınmasına ve savunulmasına da sahip çıkacaktır.

Emperyal güçlerin ve onların ülke içindeki taraftarlarının ve kuruluşlarının, parti ve vakıflarının en "korktuğu" da budur zaten:

- Ulusal bilinç ile oluşmuş bir MİLLİ EĞİTİM!

Bu nedenle de maarif konusunda ilk önce başarılı olmuşlardır, içini boşaltıp, kendi çıkarlarına yönelik yollara sokmuşlardır.

Türkiye’de bir Köy Enstitüsü vardı ve bu model ile kimler, nasıl eğitilmişti, nasıl öğretmenler yetiştirilmişti?

Köy enstitülerini kapattırmışlardır.

Eğitim enstitülerini kapattırmışlardır.

İlköğretmen okullarını kapattırmışlardır.

Sanat enstitülerini kapattırmışlardır.

Yerine ise boyalı, paralı, testli, özentili, amerikancı... özel okullar getirmek istemişlerdir.

Bundan 100 yıl önce verdiğimiz “ulusal kurtuluş savaşı”nı ve bunun sonucunda kurulan “Türkiye Cumhuriyeti”ne ve “Başkomutan Gazi Mustafa Kemal”e sahip çıkmayan bir eğitim sisteminin bugün de ve gelecekte de Türkiye insanına bir yarar “getirmeyeceğini” çok iyi kavramalıyız.

Aklını kullanabilen, bilime, sanata değer veren, imanı ve kişiliği güçlü, yurt sever ve de insanlık ailesinde öz güveni ile dik duran çocuklarımız olursa ancak yarın bir “Türkiye” olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti özgür, bağımsız ve bir hukuk devleti olarak ayakta kalacaktır.

Kısaca söylersek, sorunların en başına hem öğretmen yetiştirmede hem de öğrenci hakları ve gelişimi için “Milli Eğitim”i koymak zorundayız.

Bunu da toplumun "her kesiminde" ilk sırada tutmalıyız.

Politik partilerin programlarını bu gözle incelemeli ve tartışmalıyız.

Bunları konuşmalı ve tartışmalıyız.

Bizim başka bir yolumuz yoktur.

Atatürk'ün söylediklerini asla unutmamalıyız:

. "Cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister."

. "Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini, sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır…"

. "Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan "ibaret olmayacağını" anlamalıdır."

. "Yeni kuşak, en büyük cumhuriyetçilik dersini bu günkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır."

. "Benim asıl anlatılacak yanım öğretmenliğimdir. Topluma, milletime ben, öğretmenlik yapabiliyorsam, beni onunla anlatın. Yoksa kazandığım zaferler, yaptığım öteki işlerle beni anlatmanız pek önemli değildir."

.  Bizler için asıl gündem bunlar olmalıdır.

.  Bir öğretmenler günü gelip, her yeri kutlamalar sardığında beni bu konular düşündürdü…

Anne ve babalarımıza ve öğretmenlerimize sağlıklı ve umut dolu yarınlar, güvencelerle dolu bir toplum diliyorum…

.  Öğretmen Gönen Çıbıkcı, 27.11.2022, MŞ.

 

18 Kasım 2023 Cumartesi

CUMHURİYETTEN DEMOKRASİYE HUKUK DEVLETİ

 .   - CUMHURİYETTEN DEMOKRASİYE HUKUK DEVLETİ

Her gün yeni gündemlerle dolu bir yaşam süreci içerisinde yaşamaya zorlanılıyor.

Bu böyle iken birden ciddi bir konu ile karşılaşıldı ve nasıl oldu ise tartışılmaya açıldı:

HUKUK...

Yasalar, anayasa, yüksek mahkemeler, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, yargıçlar... konuşulmaya başlanıldı.

Çağcıl demokratik bir ülke olmanın ilk koşulu nedir, diye sorabildik mi?

Bu bakış açısı altında birçok inceleme, okuma, araştırma yapmak gereksinimi duydum ve oralardan yararlı olduğunu düşündüğüm bölümlerin bazılarını bu yazıma aldım.

 “Modern” görünümlü bir ülke olduğumuzun ilk ve en güçlü belirtileri yapılan yeni yollar, limanlar, görkemli saraylar ve kocaman yapılar mıdır, toplumda sayıları hızla artan yeni ve sınır tanımaz zenginler midir?

Nüfusun çok önemli bir bölümünün gerçekten “cahil” bırakılmasının yanında onların geçim sıkıntısı çekmesi, beslenme ve açlık, barınak sorunlarıyla boğuşur bir duruma düşmesi midir, ilk ele alınıp, sorgulanması gereken?

Evet anayasamızın özellikle başlangıç bölümü ve ilk 4 maddesi çok önemli...

Tümü ile irdelendiğinde, incelendiğinde görülmektedir ki anayasamız bu içeriği ve belirleyiciliği ile çok da iyi durumdadır.

“Kanun” sözü ile yapılabilecek her konuşma her zaman yasaları ve hukukun kendisini içeremeyebilir.

Hukukun amacı, adaletsizliği önlemektir. Hukuk örgütlenmiş adalettir.

“Cumhuriyette hukuku devlet üretir. Devleti memurlar yönetir. Demokraside hukuku halk üretir. Devleti hukuk yönetir.”

Ülkenin ve devletin son yıllarda içinde bulunduğu son derece etkili ve üzücü sorunları ve bunların çeşitliliği ortada iken asıl temel sorunun bir hukuk devleti olamamaktan kaynaklandığını söyleyebilen, düşünebilen yurttaş sayısı ise son derece azdır.

Birçok sorunun birbirine karıştığı ve çözüm yollarının doğru ve sağlıklı bir biçimde bulunabilmesinin gittikçe zorlaştığı bu dönemde yine de olasılıkların izin verdiğince HUKUK ve HUKUK DEVLETİ üzerinde konuşulması gerekmektedir.

Hukuk Devletinin temelini insan hakları ve adalet oluşturur. 

bireyin temel hak ve özgürlüklerinin gelişimi ile hukuk devletinin gelişimi doğru orantılıdır.

Hukuk devleti siyasi iktidarın sınırlanmasına hizmet eden bir ilke durumundadır.

İktidarın ya da birilerinin keyfi gücünün yarattabileceği tehlikeyi en aza indirmek ister.

Bir tanıma göre: İnsan haklarına saygı gösteren, bu hakları koruyucu ADALETLİ BİR HUKUK DÜZENİ kurup sürdürmekle kendisini yükümlü sayan, bütün etkinliklerinde HUKUKA ve ANAYASAYA uyan, işlem ve eylemleri BAĞIMSIZ yargının denetimine bağlı olan devlet demektir.

Anayasa bunu belirlemiştir:

Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Günümüzde devlet sorunu, teorik bakımdan olsun, siyasal ve pratik bakımdan olsun, özel bir önem taşımaktadır.

Bilindiği gibi bu soru ve sorun dünyanın geçmişinde de hep gündeme gelmişti...

İnsan ve insanla bağlantılı alanları düzenleyen hukuk normları, hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından birisidir.

İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerinin sağlıklı bir şekilde sağlanması için ortaya çıkan devlet otoritesinin bütün iş ve eylemlerinin HUKUK NORMLARI tarafından belirlenmesi son derece önemlidir.

Hukuk devletinin sınırları içerisinde “erk”inin değişmezlik ve süreklilik temeline dayalı olarak DEĞER ve HUKUK düzenine bağlı olduğu devlete hukuk devleti diyebiliriz.

Hukuk kuralları ile elde edilmek istenen “toplumsal uyum”un hukuk düzeni içinde de sağlanması amaçlanmaktadır.

Anayasamızın 11’inci maddesinde yer alan

“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” biçimindeki düzenlemeyle Anayasa’nın BAĞLAYICILIĞI ve ÜSTÜNLÜĞÜ açıkça vurgulanmış ve HUKUK HİYERARŞİSİ adına temel bir kural konulmuştur. 

Kamu gücünü kullanma yetkisine sahip olan idarenin hukuk normlarına bağlı kalmasının sağlanması açısından bağımsız yargı organlarınca denetimi büyük öneme sahiptir.

Özgürlüklerinin korunması, yönetenlerin ise hukuka uygun davranması için zorunlu kabul edilmektedir.

Böylece, hukuk devletinde YARGI DENETİMİNDEN vazgeçilemez.

İdarenin bağımsız yargı organlarınca denetimi yeterli olmayıp, aynı zamanda idari yargı organlarınca verilen kararların idare tarafından uygulanması da gerekmektedir.

Bu nedenle, anayasamızın 138. maddesinin son fıkrasında ‘yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu; bu organlar ve idarenin, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirmesini geciktiremeyeceği ‘hükme bağlanmıştır.

“Demokraside hukukun iki işlevi vardır. Herkese eşit uygulanmak ve gün ışığında tartıştıran, yarıştıran bir barış tekniği olmak. Yasaklayıcı olmamak. Hukukun zorunlu ilkelerini güvenceye alan bir devlet kendi taahhütlerine uyar.”

"Yasasız suç ve ceza olmaz", "yargısız kimse cezalandırılamaz" birer devlet taahhüdüdür.

GÜÇLER ayrılığı ilkesi günümüzde demokratik anayasal yönetim anlayışının tartışmasız temel unsuru olarak kabul edilmektedir.

Bir devletin yönetilmesi için gerekli olan temel organlar yasama, yürütme ve yargıdan meydana gelir. Meclisler yeni yasaların yürürlüğe konması bakımından sorumludur.

Aynı zamanda bazı yasaların değiştirilmesi ya da kaldırılması için de çeşitli önergeler hazırlar.

Yürütme, yasaların uygulanmasını sağlar ve yargılama görevi ise, mahkemelere aittir.

Devletin bu önemli üç organının BİRBİRİNDEN BAĞIMSIZ hareket etmesine ise, GÜÇLER AYRILIĞI İLKESİ adı verilir.

Günümüzde demokrasi ile yönetilen ülkelerin hepsinde güçler ayrılığı ilkesi uygulanıyor.

Mahkemelerin herhangi bir baskı altında kalmadan özgür ve bağımsız bir şekilde karar verebilmesi için bu ilkenin uygulanması zorunludur.

Birbirlerinin karşısında bağımsız olması gereken ve her biri farklı bir statüye sahip olan bu güçlerin ayrı olması GÜÇLER DENGESİNİN sağlanmasına yardımcı olur.

Bir ülkede yürütme gücünün ve ülkedeki bir uyuşmazlığın giderilmesini sağlar.

Yargı gücünün başka organlara verilmesi ve bu organların BİRBİRİNDEN BAĞIMSIZ olması adaletin sağlanması için çok önemlidir.

Aksi halde ülkede pek çok durum çıkmaza girer ve diktatörlüğün hakim olduğu bir yönetim biçimi kaçınılmaz olur.

.  Cumhuriyetimizin 100., Atatürk'ün ölümünün 85. yılını geride bırakırken, çağcıl demokrasinin, küreselleşmenin ve postmodernizmin gündeme taşıdığı sorunları düşündüğümüzde bir çağ değişimini de beraberinde getirmelidir "haklar ve özgürlükler çağı" HUKUKUN çağının başlaması beklenmelidir” diye düşünmeliyiz.

Son dönemin olaylarına bakıldığında insanlık ve Türkiye kendilerine buna göre çeki düzen vermek zorundadır, diyebiliriz.

Savaşlar yeniden kendi bölge sınırlarımızda ve de orada ne halkların haklarına ne de hukuka saygıda bulunulmamaktadır.

Dünyanın yaşamakta olduğu hızlı gelişme ve değişme karşısında bir ülkenin uyum yaparken karşılaştığı sorunları, yeterli bir toplumsal değişme perspektifine sahip olmadığı için, doğru olarak algılayamaması ve değerlendirememesi, dolayısıyla bu sorunları çözecek yeterliliği gösterememesi ya da yanlış çözümlere sapması ise, Türkiye'de bir bunalım vardır, denilebilir.

Demokrasilerin her şeyden önce kendilerini ciddiye alan, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşlara gereksinimleri vardır.

.   “Hukukun kimliği evrenseldir. Ülkelere göre değişmez.”

Sorunlara işte bu bilinçle yaklaşılmalıdır.

Ülkemizin insanlarının, sizlerin bugün bir hukuk devletini düşünmeye yönelmesinin yararına ve gerekliliğine inanması iyi olacaktır.

“Atatürk'ün resmi altında, onun önünde temel soruları birlikte soralım ve bilimin ışığında yanıtlayalım: Atatürkçülük ve onun uzun vadedeki amacı neydi? Çağcıl demokrasi nedir? Türkiye hangi noktadadır?

"Çağcıl" derken, en ileri uygar değerleri yakalamış olanları; (moderne),"çağdaş" derken, aynı zaman diliminde yaşayanları amaçlıyoruz (contemporain).”

Toplum barışı için bu ulusal değerde artık hepimiz birleşelim.

Tuzağa düşmemek için, tarih ve Atatürkçülük bilincimizi bilimin sınamalarından geçirerek onları iyi tanımak durumundayız.

Çağcıl bir HUKUK DEVLETİ nasıl olunur, diye düşünmek ve bu konuyu çok iyi incelemek gerekir.

Bu durumda “Neyi İstemek Gerekir?”

Gerçekten iyi ve çağdaş bir yönetim olsun isteniliyorsa:

Ayrıntılarla, sahte ve boş gündemler uğraşmaktan artık vaz geçilmelidir!

HUKUK DEVLETİ ve DEMOKRASİ istemlerini dile getirmediğiniz sürece çok daha geriye gidilecektir.

Tarikatlar, çıkar çevreleri, rüşvet, istismar, adaletsizlikler, kayırmalar, partizanlaşmalar....

Devlet içindeki dışarıdan kadrolaşma hareketleri.....

Bunların önlenmesi nasıl olacak?

Ekonomide ilerleme ve sorunların çözümünde, ulusal bir devlete sahip çıkabilmede en kısa zamanda başarıya ulaşılabilir.

Bunun için ise demokratik, parlamenter, kuvvetler ayrımına dayanan bir "hukuk devleti"ni kurabilmektir.

Bunun olabilmesi için partiler üstü düşünmek ve davranmak gerekir.

Sağ duyulu, yurt sever, demokrasi yanlısı ve hukukun üstünlüğünü isteyen kurum ve kuruluşların ortak bir seferberlik başlatması gerekir.

Ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilmesi ve ekonomide güçlü olabilmesi için tüm siyasi partilerin bu amaç ve hedef doğrultunda ortak çalışmalar gerçekleştirmelidir.

“Herkese meydan okuyan küreselleşme ve postmodernizmle yeniden biçimlenen ve karmaşık yapıların geniş ufuklarla büyük düşünen beyinlerin beklediği bir dünyada, Türkiye bir yol ayrımındadır.

Ya günü birlik öykülenmelerle (taklitlerle) yetinecektir ya da demokrasiyi özümseyip içselleştirecektir.” (SS)

“Birincisi, kimliksizliğin, kişiliksizliğin, yalnızlığın yoludur. Bu yolu elbette reddediyoruz.

İkincisi, insan odaklı bir bakıştır; onurun, özgürlüğün, eşitliğin insanlığın yoludur. Kuşkusuz bu yolu seçiyoruz. İsteğimiz masum, ama amacımız büyüktür: Optimal demokrasi.” (SS)

Hukuk, toplum yaşamını hemen her alanda düzenleyen, toplumsal ilişkilerde uygulanması gereken, bu amaçla yöntemler ve araçlar geliştiren bir disiplindir.

“Hukuk düzeni, bir yandan uygarca yaşamanın dayanağı, diğer yandan toplum içinde ve birlikte yaşamanın ortak güvencesidir. Sağlıklı bir iktisadi kalkınma, bunun için gerekli olan iktisadi yatırımlar güvenilir bir hukuk sisteminin varlığını gerektirir. Hukuk düzeninde ortaya çıkacak bir aksama, toplum düzenini olumsuz yönde etkiler, bireyin haklarını, güvenliğini ve özgürlüğünü tehlikeye sokar. Zira hukuk düzeni, toplumda barışı, güveni, eşitliği ve özgürlüğü sağlamanın en etkili ve yegane aracıdır. (HÜAD)

“Devleti halkın oyuyla seçilen kişiler, yani siyasetçiler yönetmelidir.” Peki, devlet nasıl yönetilmelidir? Bu sorunun da tek bir cevabı vardır ve o cevap da birincisi kadar nettir; "devlet, kurallarla, yani hukukla, yani adaletle yönetilmelidir.” (HÜAD)

Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, hukukun egemenliği kavramlarının ve kurumlarının amacı gerek bireylerin ve yurttaşların, gerekse devlet gücü kullanan kişilerin veya kuruluşların tabi olacağı ve uyacağı ve bunların herkese eşit olarak uygulanacağı bir yapı inşa etmektir.

Bu anlamda hukuk devleti, hukukun egemenliği, hukukun üstünlüğü ile birlikte kurumlaşması ve her yerde, herkes için geçerli olmasıdır.

Aslında demokrasi, insanların ve toplumların yaşadığı sorunların tamamının çözümlenebileceği, insanların ve toplumların bütün hayallerinin ve özlemlerinin tatmin edilebileceği bir sistem değildir.

Bu anlamda demokrasi, yönetenlerin başarısız olduklarında değiştirilebilmelerine olanak sağlayan ve kurumsallaşması için devamlılığı öngören bir süreçtir.

Ülkedeki sorunların tümüyle çözümünü gerçekleştirmek zor ve hatta kimi zaman ve koşullarda olanaksızdır. Ama başarısız olan iktidarı, yöneticileri değiştirmek nispeten daha kolaydır.

Esasen demokratik işleyişin özü de budur ve hukuk devletinin uygulanabilir olması bunu sağlar.

Sistem içi işleyiş ve arayışlara bağlı olarak demokrasi de kurumsallaşacaktır.

Demokrasi, kimin yöneteceğinden daha çok, NASIL yöneteceği ile ilgili olan ve zorba yönetimlerden kaçınmayı olası kılan, şiddeti, her ne nedenle olursa olsun şiddet kullanmayı reddeden bir yönetim şeklidir.

Hukuk devletini, hukukun üstünlüğünü, anayasal devleti, sınırlı devleti, insan haklarını, kuvvetler ayrılığını, siyasal özgürlükleri kendisine referans olarak alan görüş demokrasinin bir aracıdır.

Devletlerin, hükümetlerin, kurumların, kuruluşların yanı sıra, ekonomi de, kültür de, teknoloji de, enformasyon da demokratikleşmiş olmalıdır.

Hukukun üstünlüğünü, kuvvetler (güçler) ayrılığını, yani sınırlı devleti, başta yaşam hakkı olmak üzere, ifade özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü, girişim özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, haberleşme özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, mülkiyet hakkını, diğer temel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve güvence altına alınmasını temel alan ve o nedenle “anayasal demokrasi” olarak isimlendirilen demokrasi algısı ve anlayışı çağcıl demokrasi olarak ortaya çıkmıştır

Asıl olan bir yandan devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandıran, diğer yandan bireysel özgürlükleri koruyan bir dizi hukuki ve kurumsal sınırlama çerçevesinde işleyen “anayasal devlet”tir.

Anayasal Demokrasi/Anayasal Devlet” anlayışına göre devlet, kutsal bir varlık olarak değil, insani ve hukuki bir kurum, yani bir hizmet organizasyonu olarak örgütlenir ve her türlü işlemi ve gücü hukuk devleti olarak gerçekleştirir.

Modern anayasalar, devletin temel örgütlenmesinden daha çok, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alma ilkesi üzerine yoğunlaşmışlardır

Günümüzde egemen olan anayasal demokrasilerde, başta yasama, yürütme ve yargı olmak üzere, anayasal ve kamusal yetki kullanan her organ, kendisine verilmiş olan yetkiyi, başta anayasa olmak üzere yasalara, hukukun üstün ve evrensel kurallarına bağlı olarak kullanabilir.

Anayasal demokrasilerde, sistemin sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlayan mekanizma, kuvvetlerin birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi esası üzerine kurulu olan kuvvetler ayrılığı ilkesidir.

Bu ilke gereğince, yürütme iktidarı, anayasanın ve yasaların çizdiği sınırlarla, yani hukukla, evrensel hukukla bağlıdır.

Anayasal demokrasi, siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demek olan anayasacılığı ve buna hizmet eden KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNİ, yani anayasal devleti, yani sınırlı devleti öngörür.

Birey hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak, yasama ve yürütme organlarını DENETLEYİP dengeleyecek olan güç YARGI gücüdür.

O nedenle, devletin kurallarla, yani hukukla yönetilmesi, hukuk güvenliğinin sağlanması, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda merkezi öneme sahip olan organ, BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ BİR YARGI organın var olmasıdır.

“Bağımsızlık” yargı için bir ayrıcalık değil, yargının tarafsızlığını sağlamanın en az koşuludur.

Yargının kendi sınırları içinde kalmasını sağlayacak bir sistemin kurulmasıdır.

Yargı bağımsızlığının önemli dört koşulu vardır:

-Bunlardan ilki, yargının yasama organına karşı bağımsız olmasıdır.

-İkincisi, yargının yürütme organına karşı bağımsız olmasıdır.

-Üçüncüsü, yargının devlete karşı bağımsız olmasıdır.

Yani yargının kendisini devletin hamisi, vasisi olarak görmemesi, kendisini devletin çıkarlarını korumakla görevli saymaması, her kişiye ve kuruluşa karşı aynı mesafede olması ve eşit ve adil davranmasıdır.

-Dördüncüsü, yargıcın kendi vicdanındaki, kendi karakterindeki bağımsızlıktır.

Bu aynı zamanda yargıç tarafsızlığı anlamında yargının veya yargıcın ideolojik yönden bağımsız olması demektir.

Bu koşullardan herhangi birisinin eksik olması veya işlememesi durumunda, yargı bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir.

Yargı bağımsızlığı ilkesi yargıçlara tanınmış bir ayrıcalık değildir.

Aksine yargıçların tarafsızlığını ve güven içinde görev yapmasını sağlamanın teminatıdır.

Kişisel bir davranış ve hatta dürüstlük ilkesi olan tarafsızlık ise, verilen kararların siyasi sempatiye ve ideolojik eğilimlere dayanmaması gerektiği anlamına gelir.

“Güçler ayrılığı”nın uygulamasından ibaret bir anayasal ilke olan YARGI BAĞIMSIZLIĞI, devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı arasında kesin bir AYRIMI gerektirir.

“DEVLET” hukuku egemen kılmalı, adaleti sağlamalıdır.

Devlet iç ve dış güvenliği korumalı, anayasa ve yasalarla kendisine eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çevrenin korunması, çalışma hakkının insanca düzenlenmesi ve çalışanların haklarının güvence altına alınması konularında verilmiş olan pozitif yükümlülükleri ve görevleri yerine getirmeli, bu bağlamda devlet SOSYAL BİR DEVLET olmalıdır.

“Yasama, yürütme ve yargı” erkinin, birbirinden BAĞIMSIZ birer organ olarak örgütlenmesinin, iktidarın anayasa çerçevesinde kullanılmasının ve paylaşılmasının aracı olup, bu organların “birbirlerine üstünlüğünün” bir ifadesi DEĞİLDİR.

İktidarı sınırlandırmanın ve güç temerküzünü önlemenin aracıdır.

Esasen bu ilkenin “vazedilmiş” olmasının AMACI VE NEDENİ de budur.

Anayasalar sadece bir “haklar listesi” hazırlayarak yapılamaz.

Yanı sıra, iktidarların bu hakları çiğneyemeyeceği bir sistem inşa ederek yapılabilir.

Bu yapılmadığında, insanlar, anayasaları, önemli bir farklılık ve güvence YARATMAYACAK yazılı kağıt parçaları olarak görmeye başlarlar.

Demokratik bir siyasi yaşam SİYASİ PARTİLER olmaksızın düşünülemez.

Siyasi partiler bir ülkenin siyasi rejimi ile o ülkede demokrasinin işleyişi, varlığı veya yokluğu hakkında bize fikir veren en önemli kuruluşlardır.

Fransız kamu hukukçusu Georges Vedel

-“Demokrasi siyasi partiler olmaksızın yaşayamaz, ancak siyasi partiler yüzünden son bulabilir.” demiştir.

Hitler'in Nasyonal Sosyalist Parti’si, Mussolini'nin İtalyan Faşist Parti’si, Lenin’den Stalin’e miras kalan Komünist Parti, Talat ve Enver Paşaların İttihat ve Terakki Parti’si ve bu partilerin ülkelerinin felaketine neden olmaları ne yazık ki Vedel'in bu tespitini doğrulamaktadır.

.   Bugün “TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ” bir hukuk devleti midir, diye sormak yerine “neden bir gerçek anayasal hukuk devleti olunamadığı” üzerinde düşünmek, incelemek yararlı olur.

.   TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ elbette HUKUK DEVLETİDİR ve bu durumu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu durumuna ulaşabilmek için birçok savaştan binlerce şehidimizin kanıyla,  alnının akıyla çıkmıştır. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen üç yasa, hukuk devletinin temeli ve Cumhuriyet’in yol haritası niteliğindedir.

Bu üç yasa ile ikili hukuk ve ikili eğitim sisteminin yanı sıra hilafet de kaldırılarak demokratik, laik hukuk devleti yolunda en büyük adım atılmıştır.

Kabul edilen ilk kanunla, dinin ve ordunun siyaset aracı olarak kullanılmasının önlenmesi amaçlanmıştır.

Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmış; şeyhülislamlık, şeri mahkemeler ve fetva usulü tarihe karışmıştır.
İkinci olarak kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile kız çocuklarına erkek çocuklarıyla eşit eğitim imkanı sağlanmış ve bilimsel düşüncenin önü açılmıştır.

Üçüncü kanun ile de hilafet kaldırılarak, laiklik ilkesinin temeli atılmıştır.

Cumhuriyet’in eşsiz hukuk devriminin saç ayağını oluşturan ve Türkiye’nin çağdaş dünyanın onurlu bir üyesi olmasının önünü açan Devrim Yasaları hukuk devletinin temellerinden birisidir.

Atatürk milliyetçileri olarak Atatürk ilke ve devrimlerine, hukuk devletinin temel ilkelerine ve kurumlarına sahip çıkıyoruz.

Türkiye’nin geleceğinin karartılmasına, çağdaş uygarlık yolundan döndürülmesine, KAYITSIZ ŞARTSIZ ulusa ait olan ulusal egemenliğimizin her kim olursa olsun birilerine tek yetkili olarak bırakılmasına razı olamayız.

.   Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 19.11.2023, Mff.

 

......... “(Gösterdiğiniz ilgi ve sabra gönül borcumu öderken, 2000 yılında demokrasinin utkusuyla taçlanmış, baskı ve terörden arınmış, barışa kavuşmuş bir Türkiye'de ve dünyada buluşmak umuduyla saygılar sunarım... )” Doç. Dr. Sami SELÇUK Yargıtay Birinci Başkanı

*******************************************************************************************************************

Yararlandığım kaynaklardan başlıcaları:

(SS): Doç. Dr. Sami SELÇUK Yargıtay Birinci Başkanı

(HÜAD) HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE ANAYASAL DEMOKRASİ   

https://oad.org.tr/wp-content/uploads/2021/06/Comments_4163_2020116143551377OZGURLUK-DERNEGI-Ahsen-Hoca-converted.pdf

ADLİ YILI AÇIŞ KONUŞMASI -1999 - 2000 Doç. Dr. Sami SELÇUK

Yargıtay Birinci Başkanı

https://www.yargitay.gov.tr/documents/acilisKonusma/1999-2000.pdf

ADLİ YIL AÇIŞ KONUŞMASI (2000-2001) Doç.Dr.Sami SELÇUK Yargıtay Birinci Başkanı 6 Eylül 2000

https://www.yargitay.gov.tr/documents/acilisKonusma/2000-2001.pdf

Çağdaş Toplum ve Demokrasi

https://tasam.org/tr-TR/Icerik/165/cagdas_toplum_ve_demokrasi

https://turkegitimsen.org.tr/turkiye-cumhuriyeti-devleti-bir-hukuk-devleti-midir/