23 Mart 2023 Perşembe

RAMAZAN "DÜŞÜNMEYE" YÖNELTMELİ

-   RAMAZAN "DÜŞÜNMEYE" YÖNELTMELİDİR:

.   2023 yılı 6 şubatı TÜRKİYE için çok büyük bir felaketin, tarihin en büyük depreminin tarihidir.

.   İki büyük deprem, en az 14 milyon insan ve yaklaşık 350.000 km2lik alanı etkilemiştir.

. 11 ilde yarattığı yıkım ile kentler, köyler, yollar, köprüler… yıkıldı, hasar uğradı.

. En az 50 bin 96 kişi yaşamını yitirdi ve toplam 122 binden fazla kişi ise yaralandı.

. Yaşamını yitirenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı, yaralı olarak kurtarılanlara da acil sağlık dilerim.

. Bulunamayanlar, aranılanlar ise halen daha devam etmektedir.

. Bu depremde yardım için halk, hem ulusal güçler, hem de uluslar arası yardım kuruluşları yardıma, arama ve kurtarma çalışmalarına koştular.

. Acıların, ölümlerin, yoklukların ve her şeylerin yitip gittiğini gördüğümüz en acılı bugünlerde "insanlığımızı" en üst düzeye çıkarıp, yaşamı, insan olmayı ve ahlakı, toplumu, devleti… ele alıp, en içten duygularımızla ve "aklımızı" kullanarak düşünmeliyiz.

. Yardımlaşmanın, dayanışmanın ve insana değer vermenin, vicdanlı ve güzel ahlaklı olabilmenin en açık ve somut örneklerini yaşadığımız bu felaket günlerinde gelen RAMAZAN için de kendimize dersler çıkarmalıyız.

. Ramazan Arap aylarındandır ve kendine özel bir içeriğe sahiptir.

. İslam Dini Ramazan ayında ORUÇ tutmayı "inananlar" için zorunlu kılmıştır.

. Kur'an-ı Kerim birçok yerinde oruç ile ilgili açıklamalar verir.

. Esas olarak da 2. sure olan Bakara suresinde yer alır. (183-187)

. Bir "farz" olarak görülen oruç kendine özgü özelliklere ve koşullara bağlıdır ve tümüyle de "dinsel" bir iman konusudur.

. Özellikle Türkiye gibi İslam dinine inananların çoğunlukta olduğu ülkelerde Ramazan ayı toplumun ve yaşamın her yönünde etki yaratır.

. Oruç "inanan müslümanlara" yönelik olduğuna göre "toplumun genel yapısını" da etkileyen bir olgudur.

. Sadece tek başına insan, tek başına mümin olarak baktığımızda ise dar bir bakış açısı olur.

İnsanların 1 ay boyunca veya 3 gün, 12 gün, bazı dinlerde 3 ay boyunca aç kalması, yemeden içmeden kesilmesinin amacı nedir?

- ORUCUN GERÇEK AMACI NEDİR, diye düşünmek gerekir.

Oruç sadece İslamiyet'te değil, diğer dinlerde de var.  

İslamiyet'te oruç, Kur’an’da yer alan dini bir ritüel olarak otuz gün süren Ramazan orucudur.

Kur’an-ı Kerim’de başka yerlerde de oruç ile ilgili açıklamalar var…

- Oruç tutmak kişinin "kendini tutması, haddini bilmesi" demektir.

- İnsanlar haddini bilmelidir.

Kur’an’ın buna verdiği isim TAKVAdır.

Takvalı olmak yani "muttaki" olmak "haddini bilmek" demektir.

Açıkçası, "başkasına zarar vermekten sakınmak" demektir.

Sakınmak "kendine bir sınır çizmek, had çizmek ve ilerisine geçmemektir".

- Bu nedenle insanlar "dilini tutmalı, ileri geri konuşmamalı, yalan söylememeli, iftira atmamalı, dedikodu yapmamalı, insanları çekiştirmemelidir".

- Diliyle de, eliyle de kimseye zarar vermemeli; dövmemeli, vurmamalıdır.

- Kalp kırmamalı, gönül incitmemeli, başkasının onuruna, şerefine, ırzına, namusuna tecavüzde bulunmamalı, dürüst yaşamalıdır.

Bütün bunlar kişinin "haddini bilmesi" ve "çevresine saygılı olması" ile ilgilidir.

Haddi bilmek kişinin "kendisini tutması" ile ilgilidir.

- Kendini tutmak da kişinin "aklıyla dürtülerine hakim" olması, "nefsine gem vurması", onları "doğru yönetmesi" ile ilgilidir. 

Ramazan ayı geldiğinde alışılmış birçok gelenekler, uygulamalar toplumda görülecektir:

Ø  "Oruç" tutmak isteyen milyonlarca insan günlük yaşamını buna göre düzenleyecektir.

Ø  TV'lerde çok bilen saygı değer alimler en ince ayrıntılarıyla ORUÇ ve FAİDELERİNİ anlatacaklar..

Ø  Bir yerlerde çocuklara KUR'AN KURSLARI organize edilecek.

Ø  Pide kapma savaşları verilecek.

Ø  ORUÇ tutmanın insan sağlığına olabilecek yararları anlatılacak

Ø  Yine toplu "iftar açma" sofraları düzenlenilecektir.

Ø  Kurumlar ve çok önemli kişiler kendi adlarını da kullanarak halka açık ya da belli bir gruba açık iftar sofraları düzenleyecektir.

Ø  Yoksul ve dar gelirli insanlar çok daha bir "üzüntü" yaşayacak, geçim sıkıntısına düşmenin "acısını" yaşayacak.

Ø  Toplumdaki eşitsizlik, adaletsizlik bir kez daha ortaya çıkacak.

Ø  Büyükler ziyaret edilecek.

Ø  El öpmeler, kucaklaşmalar her yıl olduğu gibi uygulanacak.

Ø  Teravih namazları kılınmak istenilecek.

Ø  Ayın sonunda Ramazan bayram gelecek.

Ø  Birlikte bayram namazı kılınacak.

Bu olabilecekler SADECE birer öngörü tabii ki...

.  Her zaman "güzel ahlaklı bir insan" olmayı isteyebilmeli ve bugün de özellikle şunları tek, tek ele alıp, düşünebilmeliyiz:

- "Sabırlı olmayı, sükuneti, saygıyı, sınırları tanımayı, insanların varlığını ve özelliklerini, ölçülü davranmayı, aç gözlü olmamayı, garibanı, evsizi, barksızı koruyup-kollamayı, adil bir paylaşımı düşünmeyi, insanların onurlarının kırılmaması gerektiğini, insanın değerini, bize verilen bu canı en iyi nasıl korumamız gerektiğini, başkasının hakkına, malına, işine ve gücüne göz koymamayı, yöneticilerin adil ve hakkaniyetli olması gerektiğini, neden açlık ve tokluk vardır, derdi veren "ALLAH ise" çözümünü de veren Allah'tır, doğrusunun yanı sıra, biz insanların bu dertleri olmasın diye, gelen dertlere çözümler olsun diye üzerimize nelerin düşeceğini düşünebilmeliyiz."

ü  Yüce Allah bize nasıl davranmamız gerektiği konusunda neler söylemiştir?

- Kendi iç dünyamızda sakince, kızmadan ve öfkelenmeden ele alıp, tek, tek düşünmeliyiz.

- Daha birçok şeyi düşünmemizi ve kavramamızı bu önemli günlerde diler iken şunları da beraberinde ele alabilmeyi ve kavrayabilmeyi dilerim:

Ø  Umarım ve dilerim ki RAMAZAN her şeyi ile insanları "eleştirel düşünmeye" yöneltebilsin.

Ø  Allah'ın en önem verdiği varlığın onun kulu olan "İNSAN" olduğunu düşünebilmeyi dilerim.

Ø  Allah'ın sözü kabul ettiğimiz kutsal kitapların da yine İNSAN için gönderildiğini düşünebilmeyi dilerim.

Ø  Allah'ın istediklerinin ve buyruklarının tümünün bu dünyada İNSANIN İYİLİĞİ ve onların hakça, insanca yaşamaları üzerine olduğunu düşünebilmeyi dilerim.

Ø  Sessizlik ve huzur arayışlarının iç dünyalarımızın sorgulanıp, değerlendirilmesi gereken ORUÇ günlerinde kötülükleri tanıyıp, sakınmayı dilememizi, kendimize sahip çıkabilmenin ne olduğu üzerinde düşünebilmeyi dilerim.

Ø  İSLAMİYET neden ve nasıl ortaya çıkmıştı, diye bir düşünebilmeyi dilerim.

Ø  İslam dininin önderi ve peygamberi Hz. MUHAMMED nelere karşı, kimlere karşı mücadele vermişti, neleri yok etmek üzere görevlendirilmişti? Bunları düşünebilmeyi dilerim.

Ø  Onun en büyük KARŞITI olanlar kimlerdi, diyerek bir düşünüp, araştırıp, okuyup, incelemeyi; düşünüp, bugün ile karşılaştırmayı dilerim.

- RAMAZAN ayına erişti isek o zaman üzerimize ilk düşen görev "bu ayın getirdiği temel" ilkeler üzerinde düşünmek ve onları kavramak olmalıdır.

- Bu aya verilen önem ve değer "birlikte büyük sofralarda, bol bol yiyip, böbürlenmek" olmamalıdır.

- Sofralardaki baklavaların ve etli yemeklerin ille de olmazsa olmazlardan olduğunu düşünenlerden yana olmasak nasıl olurdu, diye bir düşünelim.

- Eğer bugünün dünyasında, ÇAĞDAŞ bir devlette halen daha bazı insanlar "açlık ve sefaletle" yaşamak zorunda kalıyor ise, çok sayıda insanların "barınacakları bir çatı bile yoksa", en basit "sağlık ihtiyaçları" sağlanamamışsa, geleceğinden çok "büyük endişeler" duyan insanların çoğunlukta olduğu toplumlar var ise, "eğitim hakkı ve şans eşitliği" diye bir temel uygulamaya kavuşulamamışsa, çok sayıda insan yine "bazı kişileri" ve "şey"leri yüce ALLAH'a eş koşarcasına önemsiyor ise... biz çok daha "eleştirel düşünebilmeli" ve de sağ duyulu olmalıyız, toplumsal çözüm yollarını aramalıyız.

- Her şey "insanın mutluluğu" ve "huzuru" için olmalıdır, diye düşünebilen toplumlarımız olmalıdır.

- Üzerimize aldığımız "temel dinsel inançlarımız" da bu yöndedir.

- Yoksa, birilerinin çıkarına, birilerinin şirin gözükmesine yarayacak hizmetler ve çalışmaların diğer insanlığa yararı olur mu?

.   Kelime-i Şehadet, İslam dininin en temel şartıdır diye kabul ediliyor.

.   Kelime-i Şehadet getirmeyen bir kimse Müslüman olamaz!

.   İslam dini bunu böyle buyurmuştur: Kelime-i Şehadet:

.   "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü" demektir.

.   "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O'nun kulu ve resûlüdür'' anlamına gelir.

.   Tam da bu anlamda Ramazan ayında mümin, inanan ve dinsel görevlerini yerine getirmek isteyen yurttaşlarımızın bu verilen söz üzerine "yeterince" düşünmesini ve anlamını "içselleştirmesini" beklemeliyiz.

.   (Şahitlik) "Tanıklık ederim ki" diye verilen söz ile İSLAM dinine giren insan "verdiği sözde" durur ve toplumsal, kişisel sömürülere, Allah'a şirk koşanlara karşı durur.

.   Ramazan ayı içerisinde "oruç ibadetini" yerine getiren imanlı insanlara huzurlu olmayı, toplumsal dayanışmayı, yoksullara ve muhtaç olanlara yardım edebilmeyi dilerim.

.   "Takdir" yüce Allah'tandır.

.   Sağlıklı ve huzurlu, sağ duyulu, hem mutlu hem de "insanca düşünebileceğimiz" güzel günler diliyorum.

.    Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 23.03.2023, MŞ.

* Arapçada "savm" kelimesi "tutmak" demektir. * Oruç/rûz Farsça bir gün  anlamına gelir. Bir günlük tutuş demektir

 


17 Mart 2023 Cuma

PARASIZ YATILI

 PARASIZ YATILI

Devlet "parasız yatılı" okulunun öğrencileri denildiğinde neler gelir aklımıza?

“İlköğretmen Okulu Öğrencileri” denildi mi aklımıza ne gelir?

Devlet "parasız yatılı ilköğretmen okulu" öğrencileri sizlerde hangi çağrışımları yapar?

O okulların, o öğrencilerin, onların gerçekleri nelerdir?

Onların ülkemiz gerçekleri içerisindeki "yeri" nedir?

Türk eğitim sistemi içerisinde devlet parasız yatılı ilköğretmen okullarının yeri nedir?

Hangi çocuklar bu okullara gelebilmişti?

Bu okullarda bu çocuklar hangi koşullar altında ve hangi bakış açısıyla yetiştirildiler?

Bu okullarda yetişen öğrenciler, yoksul aile çocukları okulları bitirdikten sonra neler yaptılar?

Nerelere gittiler, ülkenin, halkın kalkınmasına ne gibi katkılar sağladılar.

O çocukların içinde bulundukları "ruh" ve hedefleri, inançları neler olmuştu?

Tüm bunları kısacık da olsa bir geriye bakarak irdeleyelim istiyorum.

Cumhuriyet öncesinde bugünkü anlamda öğretmen yetiştiren"ilk" öğretmen okulu 16 Mart 1848 tarihinde İstanbul’da açılan Darulmuallimin okuludur.

İlköğretim davasını benimsemekle Türk ulusu kültürel gelişmişlik adına en büyük adımını atmıştır.

Bu uğurda en büyük görev Türk öğretmenlerine verilmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra eğitim alanında karşılaşılan sorunlar halkın %80’inin okuma-yazma bilmemesi nedeniyle eğitim sorununun üzerinde ayrıca durulmuştur.

1926’da Denizli ve Kayseri’de “Köy Muallim Mektepleri” açılarak köylerdeki öğretmen eksikliği giderilmeye çalışılmıştır.

6 yıllık bir eğitim veren ve eğitimle üretimin iç içe olduğu Köy Muallim Mektepleri 1933 yılında kapatılmıştır.

Ülkede 1927’de okur-yazarlık oranına bakıldığında; kentlerde %32,4 iken köylerde bu oran %6’da kalmıştır.

ATATÜRK’ün emri doğrultusunda köylerdeki öğretmen sorununu gidermek adına, 1936-1937 eğitim-öğretim yılında eğitmen kursları faaliyete geçirilmiştir.

Bu kurslar ilk önce Eskişehir Çiftelerde açılmış olup, daha sonra Kırklareli Kepirtepe, Kastamonu Gölköy ve İzmir Kızılçullu’da da açılmıştır.

Isparta Gönen Eğitmen Kursu ise 1939 yılında açılmış olup 17 Nisan 1940 tarihindeki 3803 Sayılı Köy Enstitüleri Kanunu ile köy enstitüsüne dönüştürülmüştür.

Köy Enstitülerinin açılmasında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un etkisi olmuştur.

Köy Enstitülerinde gündüzlü eğitim olarak adlandırılan yatısız eğitimin yanında yatılı olarak ta eğitim verilmiştir.

Köy Enstitülerinde, eğitim kelimesinin yanında "ziraat ve sanat" sözcüklerinin yer alışı bu okullarla köy kalkınmasının amaçlandığını göstermektedir.

Bu okullar ile, öğrencilerinden hem geleceğin yaratıcısı köy öğretmeni, hem ziraatçısı, hem de sanatçısı olması beklenilmiştir

1947 yılında köy enstitülerinde teknik dersler azaltılarak kültür ve teknik derslerin isimlerinde değişik yapılmıştır.

Kültür dersleri “genel bilgi’’, teknik dersler de “sanat ve atölye” dersi olarak adlandırılmıştır.

1950 yılında karma eğitimin sonlandırıldığı köy enstitülerinde, 1952-1953 eğitim-öğretim döneminde derslerin "genel bilgi" derslerinden oluşmasına karar verilmiştir.

Köy enstitüleri Şubat 1954’te 6234 Sayılı kanunla ilköğretmen okullarıyla birleştirilip, öğretmen okulları ve köy enstitüleri ikiliğine son verilmiştir.

"İlköğretmen Okulları" ülkemizde öğretmen yetiştirme konusunda önemli bir rol üstlenmiştir.

Bu okullar bölgenin en iyi okulları olup, İlköğretmen Okuluna gitmenin ayrıcalık olduğu bir dönemi yaşatmıştır.

Parasız yatılı olarak öğrenim veren birçok İlköğretmen Okulunun öğrencileri aldıkları öğretmenlik derslerinin yanı sıra okulun işliklerinde uygulamalı dersler de alarak zanaat da öğrenmişlerdir.

Ayrıca bu okulun her bir öğrencisinin mutlaka bir müzik enstrümanı çalması istenmiştir.

Birçok  İlköğretmen Okulunun öğrencileri hem laboratuvar hem işlik, hem de tarım çalışmalarında bulunarak uygulama yapmış ve işliklerde ders araçlarını kendileri üretmiştir.

Üretilen bu ders araçları kullanılmak üzere staj okullarına ve bazı ilkokullara gönderilmiştir.

Öğrencilerin ders bilgileri ve yaptıkları etkinliklerin yanı sıra bu okuldaki günlük yaşamları, öğretmen-öğrenci ilişkileri de her zaman belli bir düzeyi tutturmuştur.

1954 yılında 6234 Sayılı kanunla öğretmen okulları ile köy enstitüleri birleştirilmiş ve Köy Enstitüsü, İlköğretmen Okuluna dönüştürülmüş.

1961 yılında öğretmen okullarına Millî Eğitim Bakanlığı’ndan gelen emirle ortaokulların 1. ve 2. sınıflarını “iyi” ve “çok iyi” derece ile bitiren öğrenciler alınmıştır.

İlköğretmen Okulu, öğretmen yetiştirme konusunda önemli rol üstlenmiştir.

Devlet "parasız yatılı ilköğretmen okulları" başarılı ve yetenekli yoksul aile çocuklarına bir "eğitim şansı" vermek düşüncesi ile yurdun çeşitli yerlerinde hizmet vermiştir.

Her bir okula belli yörelerden sınavla öğrenci alınmıştır.

Bir genel yazılı sınavın sonunda başarılı olanlar içerisinden seçilip, çağırılanlara da ayrıca bir sözlü sınav yapılıp, görüşmelerde bulunulup eleme yapılmıştır.

Devlet "parasız yatılı" olarak seçilen öğrencilerin barınma, eğitim, öğretim, beslenme, giysi… gibi temel gereksinimlerini karşılamıştır.

İlköğretmen okulunu bu okullarda bitiren "parasız yatılı" öğrenciler için öğretmen çıktıklarında bir zorunlu görev yeri ve süresi yükümlülüğü getirilmiştir.

Bu koşullarda bu eğitim modeli içerisinde yer alan öğrencileri bir incelemek, onları bir düşünmek istediğimizde neler ile karşılaşırız?

Biz DEVLET PARASIZ YATILI İLKÖĞRETMEN OKULU öğrencileri nerden gelip, nerelere ulaştık dersiniz?

Genelde o okullara seçilen, gelen öğrenciler köy, kasaba çocukları, yoksul aile çocuklarıydık.

Hazır paralarla, aile destekleriyle, başkalarının sarıp sarmalarıyla olmadı okumamız.

“Zengin aile çocuklarıyla” bizi bir tutmayın!

Diyeceğimi sanıyorsanız, aldanıyorsunuz!

Tam da tersi bizi, ve bizim tüm özelliklerimizi, yaşama bakışımızı ve de başarılarımızı, ruhumuzu ... hepsini tek, tek sıralayarak KARŞILAŞTIRIN.

Sonuç olarak gerçekten rasyonalist bir değerlendirme yapabilirseniz, göreceksiniz ki bizlerin duruşu ve insan kalitesi ''çok zengin okullarının'' çocuklarının yaşamda gösterdiklerinden çok üstün olmuştur.

Varsıl ailenin çocuk okutması ya da zengin okullarda okumak öyle sanıldığı gibi her zaman başarılı ve huzurlu, sağlıklı insanlar yetiştiremiyor.

Bugün bir bakın çevrenize...

Özel okullar sarmalının durumuna...

Bizim okulumuzun öğrencileri de Türkiye eğitim ve sanat dünyasında "o çok yoksul köy çocuklarının KÖY ENSTİTÜLERİ'nden çıkarak" yurda dağıldıklarında verdikleri değer kadar olmasa da ayni yörüngeyi izlemişlerdir

Bu nedenle bu gözle ve bu gerçekçilikle bakın devlet PARASIZ YATILI İLKÖĞRETMEN OKULU öğrencilerine, örneğin İMROZLU öğrencilere…

Onları sakın ola ki küçümsemeyin!

Hiç ummadığınız bir yerde ve zamanda karşınıza çıkar bir tanesi ve şaşar kalırsınız, nerden nereye geldiğine…

Dil uzatan oldu ise de utanacaktır azıcık...

Örneğin, İMROZLU öğrencilerin ilk mezunları olarak bizlerin yaşama atılışımızın üzerinden 55 yıl geçti.

Ben hem kendimden, hem de okulumuzdan mezun olmuş olan arkadaşlarımdan çok memnunum.

Onlar ve duruşları, üretkenlikleri, yurt severlikleri ile birer gurur kaynağı oldular benim için.

Kalanlara uzun bir ömür, HAKK'a kavuşanlara da rahmet diliyorum.

Sakın ha, ne eğilin, ne de yitirin gençliğinizi!

Türk eğitim sistemi içerisinde en önemli yeri almış olan Köy Enstitüleri ve ardından gelen İlköğretmen okulları ile Kurtuluş Savaşı sonrası Türk Devrimleri çağdaş uygarlık yolunda ilerlemek için en önemli adımları atmıştır.

Ne yazık ki bu okullar ve onların eğitim anlayışları zaman içerisinde o dönemin siyasetçilerinin çok yanlış kararları sonucunda kapatılmıştır.

Geride çok önemli ve değerli mezunları ile çok da geniş bir deneyimler ve ilkeler, yöntemler bırakmıştır.

Eğer, bugün yine kalkınan ve çağdaş ilerleme yolunda, özgürlükçü, bir refah toplumu olmak istiyor isek temel eğitimde, ulusal eğitimde bu deneyimlerden yararlanıp çok daha akılcı ve bilimsel uygulamalara girmeliyiz.

Türkiye Cumhuriyeti ve onun milleti çok daha gelişmiş ve ilerlemiş yöntemlere, ilkelere, çağdaşlığa ve uygarlığa layıktır.

Verilmesi gereken mücadele ve güçler birliği, ana hedefler, temel bakış açıları… hep bu yolda olmalıdır.

Huzur dolu sağlıklı günler dileklerimle…

Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 19.03.2023,

Bir kaynak: TÜRK EĞİTİMİNDE İLKÖĞRETMEN OKULLARINA BİR BAKIŞ:

"GÖNEN İLKÖĞRETMEN OKULU"


11 Mart 2023 Cumartesi

EN "BÜYÜK" ZARAR

  EN "BÜYÜK" ZARAR

Bir insana en "Büyük Zarar"ı yine kendisi verebilir.

Duyguları ile, yaşam deneyimleri, bilgi ve yetenekleri ile, yetiştiği çevre ve aile özelliklerin… göre düşünmemiz gerektiğinde her yönüyle insan bir bütündür, bir bileşkedir.

Tüm bedensel ve zihinsel, ruhsal özelliklerine dayanarak insan hem kendisinin bir ürünüdür, hem de iç içe geçmiş dünyalar topluluğu gibidir.

Başarıları, özlemleri, hayalleri, hırsları, kin ve öfkeleri, tüm karakter özellikleri ile de birleştirerek kendisini de devamlı, hiç durmadan işler, değiştirir ve yönlendirir.

Çevrenin, içinde bulunduğu toplumun ve kitlenin de etkileri ile yaşamında, düşünce ve duygularında her an az ya da çok değişiklikler olur.

İlk "sanı" insanın kendisini her zaman ve hiç durmadan "geliştireceği", ilerleyeceği üzerinedir.

Ama bu yalnızca bir istem, bir beklentidir, hep de böyle olmayabilir.

Genel olarak bakıldığında sanki insanın en büyük düşmanı "kendisi"dir.

İnsan kendine hakim olamazsa, yaşamın zorlukları karşısında kendini eğitip, yetiştiremezse, insan ilişkilerinde hep sorunlar yaşar.

Kendi kişilik özelliklerini, zaaflarını, hırslarını, süper egosunu kontrol altına alamayan insan yine "kendinden dolayı" kendine zarar verebilir.

Öz denetimindeki yetersizlikler sonucunda dürüst olmayan tutum ve davranışlara, ilişkilere girebilir.

Elindeki değerleri, varlıkları, dostlarını yitirebilir.

"Tamam, olsun" diyebiliriz, belki…

Sadece kendine zarar verse sorun değil…

En yakınlarına da zarar verebilir, ilişkilerini zora sokar.

Edindiği alışkanlıklar, çevreden edindiği kültürü, durmak bilmeyen hırslar, hep kazanma duygusu… ...

Kendi sağlığına, kendi mutluluğuna bile zarar verebilen de yine kendisi olabilir.

Sabitleşmiş fikirler, kenar mahalle kültürü, ego çıkışları, hırslar... insanın kendisine en çok zarar verdiren etkenlerdir.

En büyük zararı bu nedenlerden dolayı insan "kendisine" verir.

Bildiği, gördüğü ve çok iyi anladığı bazı "doğru" ve "yararlı" uygulamalara inatla karşı gelir.

Yanlış ve zararlı alışkanlıklar edinir.

Huylarının kötü ve zarar verenlerini bir türlü düzeltmez.

"Öfke" ile yapacağı konuşmalar ve davranışlar, alacağı kararlar bazen telafisi çok zor olan kötü sonuçlara götürebilir.

Kişinin "iyiliğe" yönelmesi durumunda "nefis" (nefs) kendini geri çeker.

Bir süre daha bekler, zayıf kalınca da geri çekilir.

İyiliğe yönelen, aklını doğru kullanabilen kişide nefsin yaptırım gücü iyice zayıflar ve tesirsiz kalır.

Akıl sağlığı ve sağ duyulu davranabilmek çok önemlidir.

Akıl sağlığı beden sağlığını ve de ruh sağlığını yönlendirir.

AKIL ile, sorgulama yoluyla çözebileceği durumlarda bile nefsine esir olarak davrandığında ise yine kötü sonuçlarla karşılaşabilir.

"BEN BEN" diyerek de "kendini tatmin" etme yoluna girdiği durumlarda çok büyük bir hırs içinde olmuştur artık, bir "savaş kazanacakmış" gibi karşısındakine saldırılarda bulunur ve öylesine bir saldırıda bulunmuş olur ki onun da öfkelenmesine ve de "sınırlarını aşmasına" sebep olur.

Yaşamının ilk dönemlerinden başlayan bir "çıkar" edinme duygusu taşıyorsa ve her bir durumda kendisine çıkar sağlama eğiliminde olup da ilkelerinden vazgeçebiliyor ise sonuç olarak bazı kazanımlar edinmiş olsa bile öz benliği, kişiliği büyük bir zarar görmüş olur.

Bulunduğu çevrede eski saygınlığını, sevilirliğini yitirme durumunda kalır.

Toplumda en çok karşılaşılan durumlardan birisi de siyasetçilerin bazen belli çıkarlar için hiç beklenmeyen oyunların içine girebilmesidir.

Çok yakın tarihimizdeki örnekleri bilenler çoktur.

Çok büyük ümitlerle partisinin en güvenilir ve en övünülen bir bireyi iken, kendisine çok ümitler bağlanılmış iken "birden" kopup giden, başka mecralara yönelen ve hatta kendisine yeni bir parti kuran siyasetçiler var olmuştur.

Ve onlar nasıl oluyorsa, yeniden ve en baştan ortaya çıkıp, örgütlenebilmişler, çevrelerine yeni insanlar edinebilmişler ve ülkenin geleceği için sözler söyleyebilmişler, ümitler verebilmişlerdir.

İnsanın en güzel yapabileceği aslında "kendine hakim" olabilmesidir.

Kendine hakim olmak demek bir anlamda da sakin ve akıl yoluyla davranmak demektir.

Kendine " söz geçirebilen" kişi insan ilişkilerinde çok daha az sorun yaşar.

İlkeleri olan, kişiliği oturuşmuş, güvenilir ve dürüst bireyler, daldan dala atlamayan siyasetçiler bir ülkenin geleceği için sağlıklı ve huzurlu bir toplum için ne denli önemlidir değil mi…

Yaşam bir bakıma bir savaştır, doğru…

İnsan birçok şey ile savaşmak zorundadır, bu da doğru…

Her bir durumda yaşamdaki o savaşı kazanabilmesi için ise "önce" kendisini çok iyi "tanıması" gerekir, kendini o savaşta en iyi sonucu alabileceği bir biçimde eğitmesi, ilkeli ve kişilikli olabilmesi, kendine söz geçirmesi gerekir.

Doğru yolu bulabilmek, doğru çözümlere ulaşabilmek için "sakince" ve "akıl" yoluyla düşünmelidir, davranabilmelidir.

Zaten bunları anlayıp, yaşamına geçirdiğinde birçok sorunu halledilmiş olacaktır.

Küçük çıkarlar için, ucuz şöhretler için oraya buraya yönelmek, daldan dala atlamak ve de toplumda güvenilirliğini, saygınlığını yitirmek pek mi iyidir…

Huzur dolu bir toplumda, adil ve haktan, hukuktan yana bir devlette, sağlıklı bir ülkede yaşayabilmek, çağdaş uygarlık düzeyine erişebilmek için asla umutlarımızı yitirmemek üzere…

Mutlu ve huzurlu bir yaşamın içinde olmak, insanlarla düzgün ve güzel ilişkilerde bulunmak dileklerimle...

.    Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 11.03.2023, MŞ.


8 Mart 2023 Çarşamba

KADINLAR GÜNÜNÜ "DÜŞÜNMEDEN" OLMAZ

 -  DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜ "DÜŞÜNMEDEN" OLMAZ!

·       Konu adam-kadın meselesi değil ki...

·       Toplumda, iş dünyasında, çalışma yaşamında -"KADININ YERİ"-dir esas mesele!

·       Şimdi bu 8 mart günü "kadına methiyeler" yazmanın zamanı da değildir.

·       Sevgiyi, aşkı ve benzeri olayları yine her zaman dile getirin, anlatın yakarın, bağırın...

·       Ama bugün kadın için "SOSYAL DEVLET" isteyin.

·       "HUKUK DEVLETİ" isteyin, kadının "eşit haklara" sahip olacağı  bir ülke isteyin.

·       Kadın çalışıyorsa “sigortası olsun” diye sesli bağırın.

·       Bebeği varsa ve de çalışıyorsa bebeğini emzirme hakkı- zamanı olsun isteyin.

·       Çalışan kadın aynı işi yapan erkek ne kadar alıyorsa O KADAR ücret alsın isteyin.

·       Kadın iş bulsun çalışsın, ekonomik özgürlüğü olsun diye konuşun her yerde.

·       Gittiğiniz kahvede, kafede, lokantada, ev ziyaretlerinde konuşun kadının iş dünyasında EŞİT insan sayılmasını.

·       Kadının çalışıp, evine eşine, çocuklarına güzel anneler olmasını isteyin, başı dik yüreği ferah, geleceği GARANTİLİ kadınlar isteyin.

·       Dünyada emekçi takımının neler verdiğini ve ne için mücadeleler ettiğini unutarak ya da aklınıza bile getirmeden "dünya kadınlar günü kutlu olsun" demeyin ne olur.

·       Bu 8 martı kimler gündeme getirmiş, neler istemiş, neyin mücadelesini vermişler? Bunları düşünmeden çiçek, börtü-böcek muhabbetine girmeyin.

·       Sen de eğer özgür ve bağımsız bir Türkiye istiyorsan, insanlar İNSAN GİBİ yaşasınlar, açlık, yoksulluk olmasın, ahlaksızlıklar, hırsızlıklar olmasın diye düşünüyorsan, her lafın başında yakınıp duruyorsan, bu işin ÖNCE KADINA eşit hakları tanımadan başladığını da unutma!

·       Bu konu ne solcunun ne de orada burada yazıp çizenlerin, ne de okumuşların zenginlerin tuzu kuruların konusu değildir; bu konu herkesindir:

·       Sağcısı, solcusu, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi ve de tabii ki kadını ver erkeği ile tüm "toplumun" konusu olmalıdır!

·       Sevgili arkadaşım, güzel kardeşim eğer içinden geliyor da FACEBOOK'ta bir şeyler yazmak, kutlamak istiyorsan, ne olur işin “ASLINA uygun” yaz o güzelim yazında dileklerini...

·       Kadın dernekleri, sivil toplum kuruluşları ve de siyasi partiler bakın bakalım neler dile getiriyorlar bu 8 martta?

·       İstemleri neler?

·       Kadına EŞİT HAK olsun diye neler yapıyorlar?

·       Mücadele ediyoruz diyerek nerelerde neler yapıyorlar?

·       Düşünen, aklı başında, eşit, bağımsız ve eşit çalışma haklarına sahip, dimdik duran kadınlar, anneler olsun diye işte bugünü ortaya atmışlar o eski mücadele insanları.

·       Üç tarafı denizlerle çevrili, 7 iklimi dört köşesi olan bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim ise bu insanlar da bizim; KADINI İLE ERKEĞİ İLE....

·       Hani aşık olup da evlenip de yuva kuruyoruz ya, çocuklarımız da oluyor ya, işte o zaman kızlarımız da oluyor.

·       Bir baba olarak, bir anne olarak hem olanın hem de kızının iyi ve güzel eğitim almasını istiyorsunuz.

·       Ve tabii ki kızınız da oğlunuz gibi, onun kadar iş ve hak sahibi olsun.

·       Değil mi?

·       Evet, değerli kardeşim, kadın çalışmalı ve EŞİT HAKLARLA, sağlam adımlarla ilerlemeli güzel yarınlara.

·       Bunu sen de istiyorsun değil mi?

·       Bu düşünceleri, bu yazımı bakalım nerelere kadar ulaştıracaksın...

.      Öğretmen Gönen Çıbıkcı, 08.03.2018. Mff.

 

4 Mart 2023 Cumartesi

ADİL ve AHLÂKLI OLABİLDİN Mİ

 - ADİL ve AHLÂKLI OLABİLDİN Mİ?

Toplumsal yaşamın hemen, hemen her alanında daha sık duymakta olduğumuz “etik” sözcüğü ile “ahlâk” sözcüğünün anlam çerçevesini belirlemenin pek kolay olmadığı anlaşılmaktadır.

Her iki kavramın günlük insan davranışları ahlâk bağımlı mı, yoksa ahlâk ve değerden bağımsız eylemler midir?

Buna doyurucu ve anlamlı bir yanıt verilmedikçe siyaset ile ahlâk ilişkilerini veya ahlâkla toplumsal ilişki alanları arasındaki etkileşimi anlamak çok zor olacaktır.

Ahlâk, siyasetin "temel" yapı taşlarından birisidir.

Siyasetin ahlâkı içine almadan işleyebilmesi ya da siyasette siyasî alanın dışına çıkarılması, siyaseti de ahlâksız bir hale büründürmektedir.

Ahlâkî temelden yoksun, ahlâkî değer yargılarının süzgecinden geçmemiş bir siyaset, küresel skandallar dizisinde, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk uygulamalarındaki çarpıcı "artış hızıyla" karşılık bulmakta kendisini gösterir.

Devletin her üç erkinde de (yasama, yürütme, yargı) ortaya çıkan çürüme ve bozulma tüm iş ve meslek alanlarına yayılarak, toplumun tüm demokratik temsile olan ""güven" duygusunu ve "siyasete bakışını" zedelemektedir.

Siyasetin günlük dilde kullanımı ise, siyasetin "bulaşılmaması" gereken bir olgu olduğu yönündedir.

Halk arasında yaygın olarak siyaset "kaypak, pis, kaygan", ve bulaşılmaması gereken "kirli bir uğraş alanı" olarak algılanır.

Yüzyıllardır çekilen sıkıntıların, dertlerin, kitlesel kargaşanın, akıl almaz, sonu gelmez, korku, şiddet, vurgun ve yalan dolanın kaynağı, temel nedeni siyasetteki OYUNLAR, döneklikler ve ihanetlerdir.

AHLÂK, en basit anlatımla, toplumsal alanda insanlar arası ilişkilerde bireylerin "uymaları beklenen" ve talep edilen davranışlardır.

Siyasetteki ilişkilerde, partiler arası görüşmelerde, ortak tutum almalarda ve ortak kararlarda da yine "Ahlâk" çok önemli ve üzerinde çok durulan bir özelliktir.

İçinde bulunduğu ittifakta diğer partilerle uzun, uzun birlikte görüşmeler yapıp, "ortak" metinlere imzalar atıp, birden hiç de umulmayan bir anda tamamen "tersine" açıklamalar ve karalamalar yapabilmek SİYASİ AHLÂKA kesinlikle "uymaz" ve herkes tarafından da yadırganır ve eleştirilir.

Bu durumda o kişi bir tür ya eylediğine (davranışına) karşı, ya kendi öz vicdanına karşı ya da her ikisine birden yabancılaşacaktır.

Toplumsal bütünlüğün ve dengelerin bozulması bakımından en "tehlikeli" durumlardan biri de, aynı toplumda çok "çeşitli ahlâk" anlayışlarının varlığıdır.

Siyasî çalışmalara dair eylem ve ilişkilerde, yıkıcı ve sonu belirsiz maceralara sürüklenmeden, belirli "kural ve değerler" ölçüsünde topluma hizmet anlayışını devam ettirmek, “siyaset-ahlâk” ilişkisi son derece önemli bir sorun gibi görünmektedir.

İkiyüzlü, yalancı, sahtekâr, düzenbaz bir siyasetçi kadar; “KAMU YARARI” kaygısı taşımayan, politik gücünü ve hukukî yetkisini "muhalifleri susturma" amacıyla seferber eden ve resmi konumunun sağladığı avantajı ve saygınlığı kendisini "kamusal eleştiriden" korumak için kullanan, halkı "hak sahibi" yurttaşlar olarak değil, "uysal bir tebaa" olarak gören, "demokratik kamu otoritesini" kabile reisi "imtiyazı" sanan siyasetçiler de hiç kabul gören, hoş karşılanan değildir.

Özellikle aktörel yetenekler taşıyan, ülkesi, ülke çıkarları için ölecek olan ve siyasete ölümsüzlük için atılan "SAHTE" siyasî kültürle, hümanizm "MASKESİ" takarak dolaşan, doğuştan "yetenekli" siyasilerle yönetilmek bir ülke için görülebilecek "yaygın" bir tehlikedir.

Sadece kendini meşrulaştıracak koşullar oluşturarak, haklı haksız ayrımı yapmadan halkın karşısına çıkmak, şizofrenik bir siyaset işleyişi yaratmak, en iyimser yorumla bile "halk iradesi"nin bir aldatma ve tertip düzeneği içerisinde "zorla" devir alınması dışında bir şey değildir.

.  Bu genel duruma baktığımızda üzerinde durmamız ve düşünmemiz gerekenler şunlar olmaktadır:

.  Bu soruları hem kendimize sorabiliriz, hem de ülkenin siyasetçilerine, devlet adamlığını üstlenmiş olanlarına sorabilmeliyiz:

·       Özün ve sözün bir mi?

·       Herkese “hak ettiğini” verebiliyor musun?

·       “Diğerleri için” de hakkı sorgulayabiliyor musun?

·       Hakkı “hak edene” verebiliyor musun?

·       “Şans eşitliğini” gözetebiliyor musun?

·       Zoru seçip, “adil” olabiliyor musun?

·       Adil olman gerektiğinde “nefsine” hakim olabiliyor musun?

·       İşinde “adil” oldun mu?

·       İnsanlar arasındaki ilişkilerde, “kendi çıkarını” gözetmeden, adil olabildin mi?

·       Dilinizi eğip bükmeden, kalbinle ve “vicdanınla” davranabildin mi?

·       Kendine, ve yakınlarınız “aleyhine” bile olsa, ADALETİ ayakta tuttun mu?

·       Bir topluluğa olan “kin”iniz, sizi adaletten alıkoydu mu?

·       Adaleti uyguladın mı?

·       Ölçüyü ve tartıyı “doğru” kullandın mı?

·       Tatlı ve güzel sözlere “kanıp” adaletten kaçındın mı?

·       “Yalnız” kalacak bile olsan adaleti "seçer" miydin?

·       Şaşaa ve debdebeye “karşı” olup haktan yana olabiliyor musun?

·       Bir çocuğun, bir öğrencinin, bir garibanın, yetimin hakkını “koruyabildin” mi?

·       “Yalnızlık” korkusuyla adaletten kaçtın mı?

·       Hakikati arayıp, gerekirse, hayatını “yeniden” düzenleyebildin mi?

·       Adaletin çarpıtılmasına karşı “koruyucu” önlemlerin var mı?

·       Sana “sığınmış” olan güçsüze adil olabildin mi?

·       Yoksulun, güçsüzün hakkını “koruyabildin” mi?

·       Sana “emanet” edilenlere adil davrandın mı?

·       “Yargıladıklarına” karşı adil misin?

·       “Seni duymayanlara” karşı adil olabiliyor musun?

·       Birileri sevsin ya da sevinsin diye, adaletten “uzaklaştın” mı hiç?

·       Hak, hukuk, adalet "vicdanında" ve "var oluşunda" ne kadar “yer sahibi” oldular?

·       Kendi seçmenine, kendi partine ve yurttaşlara ne kadar dürüst davranabildin?

Günümüz Türkiye'si için ortadaki sorunlara verilecek cevapları ve çözüm yollarını Mustafa Kemal Atatürk yıllar önceden söylemiştir.

Milli demokratik Türk devriminin önderi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Atatürk ''emperyalizme'' çok açık karşı durmuştur, savaş vermiştir.

Bu nedenle de bizim her şeyden önce önderimizin gösterdiği yolda ilerlememiz gerekir.

Bu arada tabii ki unutmamamız gereken de şudur:

- Global evrensel güçlerin etki ettiği devletler de Türk Kurtuluş Savaşı'nın başarısını hiç bir zaman içlerine sindirememişlerdir.

.  Bu nedenle de hem ülkemizde, hem de bölgemizde gelişen olayları bu ''gerçeklerin göz altına alındığı bir bakış açısıyla'' görmemiz gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni rahat bırakmayacakları ortadadır.

Bize düşen görev ise devletimizin KURULUŞ İLKELERİNE bağlı kalarak onu korumaktır.

Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan yurttaşlarımızı "Türk" adı altında birleştirebildiğimizde, çağdaş hukuk devletinin, parlamenter sistemin içinde eşit ve özgürlükçü haklarla koruyabildiğimizde ancak, gücümüzü koruyabiliriz.

İşte bu durumda halkın birbirine düşürülmesinden ve kırdırılmasından, denetimsiz davranışlardan, şiddetten, SİYASİ OYUNLARDAN uzak durulmalıdır.

Tehlike olarak görülen bir oyun ise ''iç savaş'' kışkırtmalarıdır.

Hiç bir siyasi ayrım yapmadan insanlarımızın sakin ve soğuk kanlı davranmasına katkıda bulunmak da bir siyasetçinin görevidir.

Hele bir de "kamu" görevlisi isen, sana verilmiş "emanetler" var ise sen gerçekten de çok ama çok adil olmalısın.

Devlette görev alanların görevlerine sadık kalarak, tarafsız davranmaları, hukukun üstünlüğünü sağlamaya katkı vermeleri beklenir.

Meydanlarda dalgalanan TÜRK bayrakları bu anlamda birleştirici bir unsur olarak çok sevindiricidir.

Türk halkı aklını kullanarak, sağ duyulu davranarak kendine ve Türkiye Cumhuriyeti'ne sahip çıkacaktır.

Çağdaş uygarlık düzeyine erişmek ve tüm kurumlarıyla bir hukuk devletine kavuşmak için demokratik ilkelere ve istemlere bağlı kalacaktır.

.   Saygılarımla....
.   Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 05.03.2023, MŞ.